HİKÂYE


 Güneydoğu'nun sıcak topraklarında, büyük ve tanınmış bir ailenin içinde dünyaya gözlerini açmıştı küçük kız. Bu aile, bulunduğu bölgede herkes tarafından saygı görür, sözü dinlenir, örnek alınırdı. Her bir birey, bu saygınlığı korumak adına temkinli davranır, adımlarını dikkatle atardı. Herkesin gözünün üzerinde olduğu bu aile, kendi sınırlarını aşmayan, yalnızca seçkin kişilerle iletişim kuran bir yapıya sahipti. Kalabalık aile, geniş bir avlunun etrafına sıralanmış evlerde yaşıyordu; bu avlu, hayatın her anının paylaşıldığı bir sahne gibiydi.


Bu büyük ailenin en küçük üyesi olan kız çocuğu, yaşının ötesinde bir bilgelik ve zarafetle doluydu. Güler yüzü, hayatın ona sunduğu zorluklara karşı bir kalkandı adeta. Her gün, geniş avluda koşup oynayan diğer çocukların aksine, o genellikle kendi dünyasına çekilirdi. Bu dünya, ağaçların gölgesinde, çiçeklerin arasında şekillenir; arılar, böcekler onun en yakın arkadaşları olurdu. Doğanın sesleri, onun için huzurun müziğiydi. Ağaç dallarına uzanır, yaprakların fısıltılarını dinlerdi. Her bir çiçek, ona bir hikaye anlatırdı sanki; her bir arı, ona farklı bir dünyanın kapılarını aralardı.


Sıcak yaz geceleri, ailenin büyükleri avlunun ortasında serinlemek için otururken, o küçük kız sıklıkla yıldızların altında uzanırdı. Gökyüzündeki parlayan her yıldız, onun için farklı bir hayalin simgesiydi. Düşlerini, yıldızların arasına serpiştirir, gelecekte neler yapabileceğini, kim olabileceğini hayal ederdi. Bu anlar, onun için en değerli zamanlardı. Avlunun gürültüsü, büyüklerin sert bakışları ve babaanne'nin baskısı, bu sessiz anlarda tamamen kaybolurdu.


Bu küçük kızın bir diğer tutkusu ise yazmaktı. Her duygu, her düşünce onun için bir kelimeye dönüşür, kağıtla buluşurdu. O, her cümlede kendi dünyasını inşa eder, kağıda dökülen her kelime onun özgürlüğünün bir parçası olurdu. Yalnızca doğayla değil, kelimelerle de derin bir bağ kurmuştu. Onlar, onun sırdaşı, içindeki sesin dışarıya yansıyan haliydi.


Ama bu avlu, bu sessiz dünya, bu kalabalık aile… Hepsi onun için bir sınav gibiydi. Ya hayallerinin peşinden gidip kendi yolunu çizecekti ya da bu avlunun taş duvarları arasında sıkışıp kalacaktı. Geleceği, onun cesaretine ve inancına bağlıydı. Bu hikayenin sonunda ne olacağını bilmek zor; belki de bu küçük kız, kalabalığın içinde kaybolacak, ya da o dar sınırları aşıp hayallerine ulaşacak. Ancak şimdi, her şey henüz bir başlangıç gibi görünüyor. Yıldızların altında yatan bu küçük kız, geleceğin ne getireceğini bilmeden, sadece hayallerinin ışığında yol alıyor… Zaman hızla akıp geçmiş, o küçük kızın hayalleri ve umutları onu bu dar sınırların ötesine taşımıştı. Eğitim hayatı boyunca kararlılığı, onu hep ileriye götürmüş, mezuniyet günü geldiğinde gözlerinde parlayan gurur, geçmişte yıldızların altında kurduğu hayallerin bir yansıması gibiydi. Genç yaşta evlenmiş, dünya güzeli bir kız çocuğuna sahip olmuştu. Kızına, kendi hayallerini ve umutlarını aktarırken, bir zamanlar kendisinin kurduğu dünyayı anlatırdı ona.


Ancak hayat her zaman hayal ettiği gibi gitmemişti. Evliliği, tıpkı aniden gelen bir fırtına gibi, çatırdayarak sona erdi. Sevgiyle kurduğu yuvası, bir anda boşluğa düşmüş, ardında derin bir yalnızlık bırakmıştı. Şehirler değişti, yeni hayatlar kuruldu ama hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ailenin fertleri, tıpkı mevsimlerin yaprakları dökmesi gibi, farklı yerlere savruldu. Bir zamanlar her köşesinde hayatın, kahkahaların yankılandığı o büyük ev, sessizliğe gömüldü.


Yıllar sonra, doğduğu ve büyüdüğü evi ziyarete gittiğinde, karşısında bulduğu manzara içini burktu. O geniş avlu, bir zamanlar çocukların koşturduğu, çiçeklerin açtığı, hayatın her anında kendini hissettirdiği o yer değildi artık. Şimdi, taş duvarlar yosun tutmuş, evin her bir köşesi geçmişin izlerini taşır hale gelmişti. Terk edilmişlik, evin her yanına sinmiş, bir zamanlar hayat dolu olan bu yer şimdi sessizliğin ve kederin sembolü haline gelmişti.


Evin kapısından adım attığında, içini saran his yalnızca üzüntü değil, aynı zamanda bir tedirginlikti. Sanki bu ev artık ona ait değildi; sanki geçmişte yaşamış olanların ruhları, burayı ele geçirmişti. Her adımında, odaya giren soğuk rüzgarla birlikte, bilinmeyen bir gücün onu izlediğini hissediyordu. Duvarlar, tavanlar, avludaki ağaçlar bile sanki onu tanımıyor, reddediyordu. O çocukluğunun sıcaklığı, geçmişin güvenli kolları artık yoktu.


Bahçeye çıktığında, çocukken ağaçlarla konuştuğu, çiçeklerle dertleştiği o köşeye yürüdü. Ama bu kez, ağaçlar sessizdi, çiçekler ise boyunlarını eğmişti. O an, buranın artık bir anıdan ibaret olduğunu anladı. Ev, bahçe, avlu... Her şey, geçmişte bıraktığı hayaletlerin bir yansımasıydı. Onlar, bu mekana kök salmış, onu ele geçirmişlerdi ve bu küçük kız, artık büyümüş bir kadın olarak, bu mekana ait değildi.


Sonunda, evin kapısını son bir kez arkasına kapatarak dışarıya adım attı. Bu ev, bir zamanlar hayatın kaynadığı, sevginin ve kahkahaların yankılandığı yerdi. Şimdi ise, geçmişin izlerini taşıyan, anıların ağır bir yük gibi çöktüğü bir harabeye dönüşmüştü. Belki de bu ev, ailenin dağılmasından sonra gerçek sahiplerini, yani geçmişin gölgelerini geri çağırmıştı.


O, bu yıkılmış hayallerin ve kaybolmuş anıların arasında, kendi hayatını yeniden kurmak zorundaydı. Çünkü artık biliyordu ki, geçmiş geri getirilemez ve bazı şeyler, ne kadar istesen de yeniden inşa edilemez. Ev, bir zamanlar ait olduğu yeri kaybetmişti; tıpkı onun bu avluya artık ait olamadığı gibi. Şimdi, geçmişin izlerini bırakarak, geleceğe doğru adım atma zamanıydı. Gelecek, tıpkı yıldızların altında hayal ettiği gibi, belki de hala onu bekliyordu. Ama bu kez, geride bıraktığı her şeyin ağırlığını taşımadan, kendi yolunu çizme cesaretiyle yürümeliydi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar