Bir düşünsenize... Küçüklüğümde evimiz, aynı bahçe içinde sıralanmış üç evden oluşuyordu: Amcamların evi, babaannemin evi ve bizim evimiz. Birbirine bu kadar yakın olan bu üç ev, adeta bir "Şeytan Üçgeni" gibiydi. Bir bahçe ve her köşeden fırlayan çocuk sesleri... Yaşlarımız birbirine çok yakındı. Kimi 1 yaş büyük, kimi 2 yaş küçük ama hiçbirimiz asla yalnız kalmazdık. Evde o kadar çok çocuk vardı ki, arkadaş bulamamak imkânsızdı.
En büyük eğlencemiz saklambaç oynamaktı. Ama öyle sıradan bir saklambaç değil; bizim oyunumuzun sınırları evlerin damlarına kadar uzanırdı! Şimdi düşündükçe tüylerim diken diken oluyor; çünkü amcamların damından bizim dama atlamak, şimdiki aklımla asla yapabileceğim bir şey değil. Çocuğumun böyle bir şey yaptığını görsem yüreğim ağzıma gelir! Ama o zamanlar bizim için bu, hayatın en doğal şeyi gibiydi. Hatta sırf damdan dama atlamakla kalmaz, bizim damdan amcamların damına geçip oradaki merdiveni kullanarak tekrar yere iner, yolumuza devam ederdik. Bize baksanız, adeta bir sirkin cambazları gibiydik.
Tabii bu maceralar sadece damlarla sınırlı değildi. Annemin kışlık hazırlıklarını bir düşünün. Evin alt katındaki bir odada sıralanmış küpler... İçlerinde mis gibi kayısı reçelleri, kıtır kıtır turşular ve daha neler neler vardı. O küpler bizim gizli hazinemizdi. Plan basitti: Kapıda birimiz nöbet tutardı, diğerleri bahçede oyun oynuyor gibi yapar, iki kişi de içeride küplerin içindekilere ulaşmakla meşgul olurdu. Ah, o kayısı reçeli yok mu! Parmaklarımızı daldırır, reçelin içindeki bademler için neredeyse kavga ederdik. Reçelin şekeri yüzümüzün her yerine bulaşır, turşu suları dirseklerimizden akar, ama kim umursardı? Biz mutluyduk.
Bir de şu çizme hikâyesi var tabii... Annemin yurt dışından aldığı kahverengi rugan uzun topuklu çizmeleri hatırladıkça hâlâ gülerim. Amcamın iki oğlu, komşunun oğluyla iş birliği yapar ve her defasında komşunun oğlunu hemşire rolüne ikna edilirdi. Bu zavallı kurban, o kahverengi rugan çizmeleri giyip sokakta dolanmak zorunda kalırdı. Çocuk aklımızla bunun ne kadar eğlenceli olduğunu sanırdık, ama asıl heyecan, birinin aileden birine yakalanma ihtimaliydi. Yakalanırsak birkaç gün ceza alır, bir araya gelmemize izin verilmezdi. Ama biz hiç yılmadık; o birkaç günü sabırla bekler, yeniden bir araya geldiğimizde kaldığımız yerden devam ederdik. Unutmadan o zavallı rugan çizmelerin topukları, amcamın oğlunun ayağında tamamen parçalanmış ve bir daha giyilemez hale gelmişti.
Bu anılar benim çocukluğumun neşesi, kahkahası ve belki de en saf haliydi. Şimdi o günleri düşündükçe, o zamanların nasıl da özgür ve güzel olduğunu fark ediyorum. Bir daha asla aynı cesaretle dama çıkamam, küplerdeki reçellere el uzatamam belki. Ama içimdeki o çocuk, bu anılarla hep gülümsüyor. Ve biliyorum ki, o çocuk hiçbir zaman tam anlamıyla büyümeyecek.
Yorumlar
Yorum Gönder