Köklerini İnkar Edenler: Bir Kimlik ve Aidiyet Krizi


Kültür, insanın kimliğinin temel taşlarından biridir. Doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklar; dilimiz, şivemiz, âdetlerimiz, yemeğimiz, hatta yaşam tarzımız bizi biz yapan unsurlar arasında yer alır. Ancak günümüzde, özellikle büyük şehirlere ya da Batı’ya göç eden bazı insanların, doğup büyüdükleri toprakları ya da ailelerinin geldiği kültürü inkâr etmesi, bundan utanç duyması ya da bunu saklamaya çalışması ciddi bir kimlik ve aidiyet sorununun göstergesidir.

Bu tür davranışları gözlemlemek, köklerine bağlı kalan bizler için hayal kırıklığı yaratıyor. Mezopotamya gibi kadim bir kültürden gelen biri olarak, bu toprakların zenginliğini tanıtmak benim için bir gurur meselesi. Ancak şunu görüyorum: Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ya da İç Anadolu’dan gelip büyük şehirlerde yaşayan bazı insanlar, kendi kökenlerini saklamayı bir meziyet zannediyor. Şivelerinden utanıyorlar, memleketlerini anmaktan çekiniyorlar, hatta geldikleri kültürü küçük görme eğiliminde bulunuyorlar. Bu, sadece bir bireyin değil, o bireyin temsil ettiği geçmişin de reddedilmesi anlamına gelir.

Peki, insan neden böyle bir davranış sergiler? Kendi kültürünü saklama çabasının altında ne yatıyor? Bu sorunun cevabı, modern toplumların yarattığı baskılarla ve ön yargılarla yakından ilişkili. Büyük şehirlerde ya da Batı’da doğup büyümemiş olmak, bazı insanlar için bir eksiklik gibi algılanabiliyor. Oysa bu tamamen yanlış bir algıdır. Çünkü ne coğrafya ne de köken, insanın değerini belirlemez. İnsanın asıl değeri, ahlakında, davranışlarında ve toplum için yarattığı katkılardadır.

Şu gerçeği kabul etmek gerekir: Her memleketten iyi de çıkar, kötü de. İyiliği veya kötülüğü, insanın geldiği yer değil, insanın kendisi belirler. Urfa’dan ya da Diyarbakır’dan çıkıp dünya çapında başarılar elde eden insanlar olduğu gibi, en modern şehirlerden gelip insani değerlerden uzak bireyler de olabilir. Memleketini inkâr edenler ise aslında kendilerinden bir parça eksiltirler. Çünkü köklerini yok saymak, kendi tarihini ve geçmişini reddetmek demektir. Bu, insanın kimliğini oluşturan temel unsurlarından birini kaybetmesine neden olur.

Bu noktada, bir örnekle durumu daha net açıklayabiliriz. Pablo Picasso, hayatı boyunca memleketi Malaga’ya dönmemiştir, ama her fırsatta onunla gurur duyduğunu dile getirmiştir. Çünkü insanın bir yere ait olması, fiziksel bir varlık göstermesinden çok, manevi bir bağ kurmasıyla ilgilidir. Picasso gibi dünya çapında bir sanatçı bile köklerinden gurur duyarken, kendi memleketini inkar eden insanların aslında neyi reddettiğini düşünmesi gerekir.

Doğduğun topraklar senin kimliğinin bir parçasıdır; onları reddetmek, kendi kendine yabancılaşmak demektir. Şiveyle dalga geçilmesi mi korkutuyor seni? Şiveni kaybettikçe, ait olduğun kültürün güzelliklerini de kaybediyorsun. "Batıya ayak uydurmak" adına, ailenden, köklerinden utanıyorsan, kimliğini bir hiç uğruna değiştiriyorsun.

Şunu unutma: Nereden geldiğini bilmek, insanı alçaltmaz, aksine yükseltir. Urfa’dan, Mardin’den, Gaziantep’ten gelmiş olmak bir zenginliktir; çünkü bu topraklar binlerce yıllık tarih, kültür ve değer taşır. Doğduğun yer, senin bir parçandır ve bu parçayı saklamaya çalışmak, sadece kendine karşı işlenmiş bir haksızlıktır.

Memleketini sevmekten, onu anlatmaktan ve yaşatmaktan utanma. Unutma ki, her çiçek kendi toprağında büyür; toprağını inkar eden, köklerini kurutur. 


Mezopotamya topraklarındaki insanların samimiyeti gerçekten bir başkadır. Burada insanlarla bir araya geldiğinizde, hemen o içtenliklerini hissedersiniz. Öyle yüzeysel bir sıcaklık değil bu, yürekten gelir. Sizi hiç tanımadan bile kapılarını açarlar, sofralarına buyur ederler. Bir çay mı içeceksiniz, çayın yanına mutlaka bir sohbet de eklerler.

O topraklarda insanların birbirine gösterdiği sevgi, saygı ve yardımseverlik başka bir yerde kolay kolay bulamayacağınız türdendir. Orada bir selam verdiniz mi, bu selam sadece bir kelimeyle kalmaz; bir gülümseme, bir samimi sohbet ya da belki de hiç beklemediğiniz bir dostluk başlatır. İşte Mezopotamya’nın insanı böyledir, gönlünü size açar, sizi o sıcak yüreğiyle sarıp sarmalar. Bu topraklar sadece tarihiyle değil, insanıyla da dünyaya örnek olacak bir medeniyettir.

Gaziantep’te alışveriş yapıyorsanız, hele ki bir gıda alacaksanız, tadına bakmadan almanız neredeyse imkânsızdır. Esnaf o kadar içten ve güven doludur ki, “Hadi tadına bak, dene,” diye sizi resmen teşvik eder. Ama bunu yaparken öyle bir sıcaklık, öyle bir samimiyet gösterir ki, sanki kendi evindesiniz.

“Hadi otur, bir çay ısmarlayayım,” der, ardından da mutlaka “Kahve içer misin?” diye sorar. İşte burada, sadece bir alışveriş değil, Doğu insanının o eşsiz misafirperverliğini ve içtenliğini de hissedersiniz. Alışveriş bir ihtiyaç karşılamak değil, bir sohbet, bir dostluk kurma vesilesi gibi gelir insana. Gaziantep’te bu sıcaklık ve samimiyet öyle derindir ki, aldığınız şeylerin sadece lezzeti değil, yaşadığınız anı da içinizde bir yerlerde hep sıcak kalır. Doğu insanının bu içtenliği gerçekten hiçbir yerde bulunmaz.

Her ne kadar şu anda İzmir'de yaşıyor olsam da, doğduğum yer olan Halfeti'yi ve onun benzersiz atmosferini derinden özlüyorum. Halfeti’nin insanlarının samimiyeti, sıcaklığı, yardımlaşma duygusu ve birbirine duyduğu yakınlık, hayatımda her zaman özel bir yere sahip olmuştur. Bu değerler, ne yazık ki modern şehirlerde kaybolmaya yüz tutmuş olsa da, içimde hep varlıklarını koruyorlar.

Mezopotamya'nın o kadim topraklarına sevgi ve özlem dolu selamlar gönderiyorum. Biliyorum ki, köklerimizden aldığımız güç, bizi biz yapan en kıymetli mirastır. Bu bağları her zaman hatırlamak ve yaşatmak, insanın ruhunu derinleştiriyor ve hayata bambaşka bir anlam katıyor.

Halfeti’nin dinginliğini ve o güzel ruhunu yeniden hissedebilmek umuduyla...

Sonsuz özlem ve sevgiyle...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar