Hayatlarımız pamuk ipliğine bağlı. Bir doğa olayı, bir hastalık ya da bir savaş, her şeyi bir anda değiştirebilecek kadar güçlü. Ama garip bir şekilde, bu durumu neredeyse hiç fark etmiyoruz. Gündelik telaşlarımız, küçük dertlerimiz, büyük hayallerimiz... Hepsi, hiç sarsılmayacak bir dünya algısı üzerine kurulu. Sanki bu düzen hep sürecekmiş gibi, sanki zamanın durması mümkün değilmiş gibi yaşıyoruz.

Gerçek şu ki, yaşamımız beklenmedik bir rüzgârla savrulabilecek kadar narin. Her şey bir an içinde altüst olabilir. Yine de, bu gerçeği kabul etmek yerine görmezden geliyoruz. Sahip olduklarımızın değerini anlamadan, bir gün onları kaybedebileceğimizi aklımıza bile getirmeden yaşıyoruz. İnsan ilişkilerinde de, doğaya karşı tutumumuzda da, hatta kendi bedenimize bile bu şekilde davranıyoruz: Sanki hiç bozulmayacakmış gibi, sanki her şey bize sonsuza dek aitmiş gibi.

Oysa ki her anın bir sonu var. İnsan, varlığının sınırlarını fark ettiğinde ancak hakiki bir yaşam sürebilir. Çünkü sınırsız bir hayat illüzyonu, bizi umursamaz yapar. Doğayı hoyratça tüketmekten, insanlara hoyratça davranmaktan çekinmeyiz. Ama bir gün, o hoyratlık bize döner.


Peki, ne yapabiliriz? Öncelikle, kendimize hatırlatmalıyız: Bu dünya bizim hizmetkârımız değil, biz onun bir parçasıyız. Sahip olduklarımız bir hak değil, bir armağan. Bu armağanları incelikle, şefkatle korumalıyız. İnsanlarla bağ kurarken, doğayı tüketirken, kendi ruhumuzu beslerken bunu unutmamalıyız.Hayat, kırılgan bir mucizedir. Onu ne kadar anlamaya çalışır, ne kadar nazik davranırsak o kadar anlam kazanır. Unutma, dünya sana ait değil, sen dünyaya aitsin. Ve bu gerçeği kabul etmek, insana yalnızca alçakgönüllülüğü değil, aynı zamanda hayatın gerçek anlamını da öğretir.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar