Yaz geceleri sıcak ve sessizdi, damlarda yatmak ise bir gelenek. Gökyüzü yıldızlarla doluydu, ama benim için o damların serinliği, her zaman huzur getirmezdi. Ailemin tanınmış olması mı, yoksa bize zarar vermek isteyen birilerinin varlığı mı, hâlâ bilemiyorum, ama dikkatler hep üzerimizdeydi. Ve o gözler... Sizi izlediğini hissettiğiniz o gözler, gecelerimi karanlıktan çok daha derin bir korkuyla doldururdu.


Damdan baktığınızda yolları görürdünüz, ama bazen karanlıkta bir gölge belirirdi. Birinin evimizi gözetlediğini anlardık. Neden oradaydı? Ne istiyordu? Hiçbir zaman öğrenemedik. O kişi kimdi, amacı neydi, hep bir sır olarak kaldı. Ancak, bu yetmezmiş gibi, zamanla evimize hırsız gibi girmeye çalışan insanların izlerini bulmaya başladık. Pencerelerde oynanmış kilitler, kapılarda garip sesler… Her biri, zaten tedirgin olan ruhumu daha da ağırlaştırıyordu.


Gece olunca damda yatmak cesaret isterdi. Çünkü evimize doğru her hareket, her gölge bir tehdit gibi gelirdi. Ve gece olur da tuvalet ihtiyacı duyarsanız, damdan inmek bir işkenceye dönüşürdü. Tanrım, sabaha kadar çatlayan korkumu unutamıyorum. Ay ışığı bile huzur vermez, tam aksine, gölgelerle oynamaya başlardı.


Bugün hâlâ o günleri düşündüğümde, çocukluk hayallerimden çok, bu karanlık korkular zihnime kazınmış. Evimizi gözetleyenlerin neyi amaçladığını öğrenemedik, ama o bilinmezlik, çocukluğumun en derin yaralarından biri olarak kaldı. Masum bir yaz gecesi, korkuyla beslenen bir travmaya dönüştü.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar