Bugün bir klasik müzik konserine gittim. Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim, daha konser başlamadan ortamın havası değişmişti zaten. İnsanlar sanki hepimiz için dünyanın tüm sorunlarını çözmeye gelmiş gibi bir ciddiyet, bir önem… Ama bak, bunu kötü anlamda demiyorum. Hoşuma gitmedi desem yalan olur, insan bir anda kendini önemli hissetmeye başlıyor o ambiyansta.

Konserden sonra ise işler iyice ilginçleşti. Çıkışta herkes başını bir karış havaya kaldırmış, adeta “Evet, az önce Bach’ın bir eserini dinledik. Siz de denemelisiniz.” der gibi bakıyordu. Bir an durup düşündüm, ne yaptık biz içeride? Dünyayı mı kurtardık yoksa Mozart’ın müziğiyle ruhumuzu mu dinlendirdik? Açıkçası, ikinci seçenek bana daha yakın geldi ama ortamdaki enerjiden anladığım, birinci seçenek daha popülerdi.

Yürüyüşler bile değişmişti, inanabiliyor musun? O ciddi yüz ifadeleri, “Ben farklıyım” bakışları… Ben mi abartıyorum yoksa bu işte biraz “Bakın, biz klasik müzik dinliyoruz, biz çok özeliz” mesajı mı var? Hani hep denir ya, “Müzik ruhun gıdasıdır” diye. Tamam, müzik ruhumuzu şifalandırdı belki ama bir yerlerde fazla yükleme yapmış olmalı ki ego da gıdadan nasibini almış gibi geldi bana.

Şimdi bu yazdıklarımı konser çıkışı birine söylesem, muhtemelen bana “Ah, bu sanatın büyüklüğünü anlayamayan zavallı bir ruhsun sen” diye bakarlardı. Ama bir hafta boyunca dalgasını geçmeden duramam herhalde. “Konserden sonra bir adım daha zarif atmayı unutma, ruhun elden gidiyor” diye espri yapasım geliyor.


Ama şunu da kabul edelim, klasik müzik dinlemenin kendine has bir büyüsü var. Ruhun ince ince şifalanıyor, zihnin ferahlıyor. Ama gel de bu şifalanma işine biraz da mütevazılık ekleyelim, değil mi? Dünyayı kurtarmasak da olur, ama belki kendimizi biraz daha samimi yapabiliriz.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar