Kayıtlar

Aralık, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
 Hayatımın zor zamanlarından geçerken, terapiler ve destek amaçlı ilaçlar bana büyük ölçüde yardımcı oldu. Geçmişte yaşanan şiddetin, üzüntülerin ve en sonunda karşılaştığım kanser tedavisinin beni ne kadar yıprattığını itiraf ediyorum. Tüm bu zorluklar bedenimde ve ruhumda derin izler bıraktı. Ama yine de, en etkili ilacın ne terapiler ne de ilaçlar olduğunu fark ettim. Bir dostun sıcak bir gülüşü, içten bir dokunuşu ya da samimi bir “merhaba” sesi, bana yeniden güç verdi. Bazen bir dostun varlığı, insanın en karanlık anlarını aydınlatabilir. O samimiyet ve sevgi dolu anlar, beni tekrar hayata bağladı. İnsanın içindeki iyileşme gücünü tetikleyen şeyin aslında sevgi olduğunu, en çok da dostların verdiği o tarifsiz desteğin, tüm ilaçlardan ve terapilerden daha güçlü olduğunu öğrendim. Bana bunu hissettiren tüm dostlarıma minnettarım. Her biri, zor zamanlarımda birer ışık oldu, yaralarımı sarmama yardım etti. Onların samimiyeti, yalnızca bir anlık değil, ömür boyu hatırlayacağım bir ...
 Başka insanların çirkinliği, zamanla içimizdeki güzellikleri soldurdu. İlk başta fark etmedik; güzelliklerimiz hâlâ oradaydı, ama her kırıcı söz, her haksızlık, her ihanet bir parçasını alıp götürdü. Çirkinlikler çoğaldıkça, içimizdeki o güzel duygular küçüldü, daraldı ve bir süre sonra yalnızca bir gölgeye dönüştü. O gölge de sonunda kayboldu ve insanlık dediğimiz şey, içimizden usulca çekilip gitti. Bir zamanlar iyilik, sevgi ve empatiyle dolup taşan yürekler, artık şüphe ve öfke dolu duvarlarla çevrili. İnsanlar birbirine dokunmaktan, samimi bir gülümseme sunmaktan korkar oldu. Çünkü bir başkasının çirkinliği, iyi niyetin bir zayıflık olarak görülmesine yol açtı. İyilik, kırılgan bir narinlik gibi algılanmaya başladı; savunmasız kalmamak için insanlar kendi güzelliklerini gizlemeye ya da tamamen kaybetmeye razı oldular. Ama gerçekten kaybettik mi, yoksa bu güzellikler yalnızca derinlere mi gömüldü? Belki de insanlık tamamen yok olmadı, sadece kendini korumak için bir süreliğine...
 Telaş etme, çünkü değişen sadece rakamlar. Zamanın akışı kaçınılmaz, ama senin ruh halin ve hayata bakışın bu değişimi şekillendirir. Yeni bir yıl, yeni bir sayfa değil; sadece kendini yeniden keşfetme fırsatı. Önemli olan, o değişen takvime anlam katabilmek.
 Gerçek aşk, gerçek arkadaşlık ve gerçek dostluk, birbirinden ayrı gibi görünse de aslında aynı yürekten beslenir. Bu ilişkilerin temeli fedakârlıktır; çünkü insan, sevdiği kişi ya da dostu için yalnızca iyi günde değil, en zor zamanlarda da yanında olmayı seçer. Gerçek aşk, yalnızca romantik sözlerle değil, emekle anlam bulur. Bazen kendi mutluluğundan ödün vermek, sevdiğinin gülümsemesini görmek için elinden geleni yapmaktır. Bu, kendini unutarak değil, sevdiğini yücelterek var olmaktır. Çünkü aşk, yalnızca bir duygu değil, bir seçimdir; her gün aynı insanı, aynı özveriyle sevmeyi seçmektir. Arkadaşlık ve dostluk da böyledir. Gerçek bir dost, seninle yalnızca gülerken değil, gözyaşlarını silerken de yanındadır. Bazen bir dost, ailen kadar yakın, kardeşin kadar değerli olur. Onunla zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın, sessizlik bile rahattır. Ama işin en derin sırrı şudur: Gerçek bir dost, sadece yanında olan değil, sana her zaman doğruyu söyleyendir. Seni korumak için gerekirse se...
 Bazı insanlar... Bazı insanların kokusunu gözlerimizde taşırız; çünkü onları gördüğümüz an, bir rüzgar gibi gelir o tanıdık koku. Öyle ki, varlıkları dokunmanın ötesinde bir ihtiyaçtır; bir nefes, bir anı, bir sıcaklık… Gözlerimiz onları arar, kokularını hatırlar, kalbimizde saklar. Bu yüzden bazı insanlar yalnızca yanımızda değil, her yerde bizimledir. Kokuları anılarımızda, gözlerimizde ve kalbimizde hep yaşar.
 Her Kalpte Bir Hikaye: İnsanların Görünmeyen Yolculukları Herkesin içi, dışarıdan gördüğümüzden çok daha karmaşık ve derin. Dışarıdan bakınca, her şey yüzeysel görünüyor; insanlar gülümsüyor, kimse zorlanıyormuş gibi durmuyor. Ama bir insanın gözlerinin içine bakabilsen, içinde sakladığı dünya tamamen başka bir şeydir. O insanın da bir hikayesi var, tıpkı senin gibi. Bu hikaye bazen acı, bazen umut dolu, bazen de kaybedilmiş bir savaşı anlatır. Herkesin içinde bir kayıp vardır; belki birini kaybetmenin acısı, belki bir hedefe ulaşamamanın hüznü ya da bir rüyanın gerçeğe dönüşmemesi. Ama ne olursa olsun, her insan bir yolculuktadır. Bir insanın hayatındaki her an, her olay, onun kim olduğunu şekillendirir. Yaşadığı her acı, onun kalbinde bir iz bırakır. Ve her kaybolan parça, onun büyümesine, olgunlaşmasına yardımcı olur. Bunu anlamadan bir insanı gerçekten tanımak imkansızdır. Kimsenin, yüzüne bakarak tüm hikayesini öğrenemeyiz. Dışarıdan bakan biri, o kişinin gülümsemesinin ardın...
 Artık kendimi ait hissetmediğim yerlerde ne savaş veriyorum ne de direniyorum; sadece sessizce oradan uzaklaşıyorum. Geçmişe bakmadım, belki de kayıtsız olarak algıladılar beni. Oysa bir an için bile dönüp baksaydım, boğulurdum acılarımda.
 Karanlıkta Kalan İnsanlar ve Kendimizi Koruma Sanatı Hayatta bazı insanlar var ki, düşündükleri, söyledikleri ve yaptıklarıyla insanın aklını zorlayan bir noktada duruyorlar. Sanki zihinleriyle, duygularıyla, hatta davranışlarıyla sağlıksız bir döngünün içinde sıkışmış gibiler. Belki geçmişte yaşadıkları bir travma, belki farkında bile olmadıkları bir duygu eksikliği onları bu hale getirmiştir. Ama ne olursa olsun, hem kendilerine hem de etraflarındakilere zarar verdiklerini görmek hiç zor değil. Düşünceleri öyle bir bozulmuş ki, bazen doğruyu yanlıştan ayıramıyorlar. Mesela, yalan söylemek onlar için neredeyse nefes almak kadar doğal hale gelmiş. Kendi çıkarları için başkalarını kullanmayı, incitmeyi ya da hayal kırıklığına uğratmayı normal bir şeymiş gibi görüyorlar. Sanki içinde bulundukları bu çürümüşlüğün farkında değiller ya da belki farkında olup umursamıyorlar. Davranışları da aynı şekilde. Bir insanın, başka birine bilerek zarar verebilecek noktaya nasıl geldiğini anlamak...
Şimdi Kendini Şımartma Zamanı Bugün kendin için bir şey yap. Dolabında uzun zamandır duran, giymek için hep özel bir gün beklediğin o kıyafeti hatırlıyor musun? Belki bir elbise, belki bir gömlek… Onu al ve hemen giy. Kendi kendine bir söz ver: O kıyafet hiçbir zaman dolapta yalnızca beklemekle vakit kaybetmeyecek. Çünkü o kıyafeti seçtiğin an zaten yeterince özeldi. Şimdi mutfağa git. Günlük kullandığın o sıradan tabakları bir kenara koy. Dolapta öylece duran, belki de hiç açılmamış o yemek takımını çıkar. Hani şu “misafir gelirse kullanırız” dediğin takım… Misafirlerin en özeli sensin, unutma. Yemekleri en güzel tabaklarda kendine ikram et. Şimdi kahve zamanı. Bir düşün; dolabında yıllardır bekleyen, incecik porselen fincanlar var. Onları da çıkar. Sadece misafire saklamaya gerek yok. Bu anı kendine hediye et. Evinde başka neler bekliyor bir köşede? Sandığın içinde belki anneannenin el emeğiyle işlediği, belki kendi ellerinle aldığın o dantelli nevresimler… Yıllardır bir "özel g...
 2025 yılı, sana sesleniyorum… Seninle konuşmamız gerek çünkü artık geri getirmen gereken çok şey var. Bu dünya yoruldu, insanlar yoruldu. Hayatın her köşesinde kaybolan değerlerimizi arıyoruz. Kibarlık, centilmenlik, maskülenlik nerede? Feminenlik nerede? Hani o nazik, anlayışlı bakışlar, hani o zarafet? Bir zamanlar erkeklerin gücü sadece kaslarında değil, karakterlerinde saklıydı. Maskülenlik kaba olmak değil, korumak ve güven vermekti. Kadınların feminenliği ise boyun eğmek değil, dünyayı güzelleştiren zarafetiyle etrafını aydınlatmaktı. Şimdi ikisini de kaybettik. Bir maskenin ardına saklanıyor herkes; o maskelerin altında yorgun ruhlar, sahte gülüşler var. Sadakat nerede, 2025? İnsanlar neden bir yemin kadar güçlü olamıyor artık? Bir zamanlar "söz" verilirdi, o söz dağları bile yerinden oynatırdı. Şimdi mi? Bir yemin kadar hafifiz, rüzgarın önünde savruluyoruz. Çabalamayı unuttuk. İlişkilerimiz çabalamaya değmez gibi davranıyoruz, dostluklarımız anlık, sevgilerimiz mevs...
Köklerini İnkar Edenler: Bir Kimlik ve Aidiyet Krizi Kültür, insanın kimliğinin temel taşlarından biridir. Doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklar; dilimiz, şivemiz, âdetlerimiz, yemeğimiz, hatta yaşam tarzımız bizi biz yapan unsurlar arasında yer alır. Ancak günümüzde, özellikle büyük şehirlere ya da Batı’ya göç eden bazı insanların, doğup büyüdükleri toprakları ya da ailelerinin geldiği kültürü inkâr etmesi, bundan utanç duyması ya da bunu saklamaya çalışması ciddi bir kimlik ve aidiyet sorununun göstergesidir. Bu tür davranışları gözlemlemek, köklerine bağlı kalan bizler için hayal kırıklığı yaratıyor. Mezopotamya gibi kadim bir kültürden gelen biri olarak, bu toprakların zenginliğini tanıtmak benim için bir gurur meselesi. Ancak şunu görüyorum: Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ya da İç Anadolu’dan gelip büyük şehirlerde yaşayan bazı insanlar, kendi kökenlerini saklamayı bir meziyet zannediyor. Şivelerinden utanıyorlar, memleketlerini anmaktan çekiniyorlar, hatta geldikleri kültürü küçük g...
 Kızım…  Hayatıma dokunan en büyük mucize. Ruhuma melodiler fısıldayan, karanlıkta kaybolduğumu sandığım anlarda yüreğime ay ışığı gibi doğan canım kızım… Gözlerindeki ışık, bana hayata dair tüm güzellikleri yeniden hatırlatıyor. Her gülüşün, her dokunuşun ruhumdaki yaraları iyileştiren bir ilaç gibi. Bazen sana bakarken kalbim hızlanıyor. Çünkü bu dünyada senin gibi kusursuz bir varlığın olduğuna inanmak o kadar zor ki… Ellerinin küçücük sıcaklığında saklı bir huzur var; sanki tüm dünyayı o minik avuçlarında taşıyorsun da bana sadece sevgi ve güven bırakıyorsun. Geceler karanlık, yollar zor olsa da sen benim ruhumun parlayan yıldızısın. Gözlerinde gizli bir evren var; içinde umut, sevgi ve hayaller saklı. Bana baktığında hissettiğim şey sadece sevgi değil; senin varlığın, hayata karşı kazandığım en büyük zaferim. Ben seni koruyorum, evet… Ama farkında mısın, aslında sen de beni kurtarıyorsun. Hayata dair her şeyin anlamını seninle yeniden öğreniyorum. Sabahları yüzünü görmek,...
 Farklı olan insanları hep daha çok sevdim. Sıradanlıktan uzak, kendi yolunu izleyen, kalabalığın dışında bir yaşam süren ruhlar beni hep etkilemiştir. Onlar, dünyaya farklı bir gözle bakabilen, kendi iç dünyasında zenginleşen ve dışarıya yansıttıklarıyla sadece kendilerini anlatabilen insanlardır. Birçoğu yalnızdır, belki de bu yalnızlıkları onlara güç verir. Çünkü yalnız kalabilmek, kendi değerlerine sadık kalabilmek demektir. Toplumun normlarına uymayan, kendi fikirleriyle hareket eden insanlar, bana hep daha gerçekçi gelir. Onlar, başkalarının ne düşündüğünden bağımsız olarak kendi içsel pusulalarına göre yaşarlar. Ve işte bu yüzden, çoğu zaman gerçek güzellikleri en derin iç dünyalarında saklarlar. Dışarıya kapalı olabilirler, ama içlerinde çok fazla şey vardır. Hayat, bazen çoğunluğun izlediği yolu takip etmekten ibaret gibi görünse de, asıl değerli olanlar hep bu yolun dışına çıkabilenlerdir. Kendilerini bulmuş ve her koşulda kaybetmeyenlerdir. Belki de hayatın en güzel tara...
 Zihninde dönüp duran endişelere, sürekli artan stresine, her şeyi fazla fazla düşünmene son verme vakti geldi. Bırak artık. Hayat seni, belki de şu an bile hazırlık aşamasında olduğun bir yolculuğa çıkarıyor. Her şeyin bir planı var, bunu unutma. Bazen hayatın durduğunu, ilerlemediğini hissedebilirsin. Ama bir gün, yıllar sonra geriye dönüp baktığında, aslında o beklediğin “büyük şey”in en güzel halinin, sen farkına varmadan yavaşça şekillendiğini göreceksin. Bu süreçte sana düşen tek şey, sadece güvenmek. Her şeyin ne kadar iyi olacağını, sana sunulacak olanın ne kadar güzel olduğunu bilerek ilerlemek. Belki şimdi ne olduğunu, nereye gittiğini anlamıyorsun ama bunu düşünmene gerek yok. Zihnini yoracak, seni yanlış yönlendirecek her şeyden uzak dur. Hayat sana biraz beklemeni söylüyor, biraz sabırlı olmanı. Ama bir süre sonra, hayatın sana sundukları bir araya geldiğinde, o büyük anlamı çok daha iyi anlayacaksın. Bunları senin için söylüyorum, çünkü bazen hepimiz kaybolmuş hissedi...
 Bazı insanlar vardır, küçük bir kudret ya da geçici bir konfor bulduklarında kendilerini dünyanın merkezi zannederler. Ufak bir başarı, önemsiz bir kazanç ya da sahte bir saygı, onları olmadıkları bir şeye dönüştürür. Bir an için ellerine geçen güç, gözlerini kör eder, kendilerini daha büyük, daha önemli hissettirir. Oysa o güç, tıpkı suya düşen bir damla gibi, kalıcılığıyla değil, hızla kaybolup gidişiyle kendini belli eder. Gerçek büyüklük, sahip olduğun şeylerle değil, onlarla ne yaptığınla ölçülür. Ama bunu bilmeyenler, saman çöpündeki sinek izlerini okyanus haritası sanır. Gücün geçici olduğunu anlamadan, o geçiciliğin içinde kendilerini sonsuz sanırlar. Bu kibir, onların en büyük körlüğüdür. Oysa hayat, bu tür yanılgıları sınamak için daima fırsat sunar. Dalgalar yükseldiğinde, o gemi olduğunu sandıkları şeyin aslında bir kayıktan ibaret olduğunu anlarlar. Fırtına geldiğinde, taşıdıkları o kibir yükünün kendilerini nasıl batıracağını görmek zorunda kalırlar. Çünkü gerçek lid...
 Yolun beni nereye götürdüğü, hangi vadilerden geçtiğim, hangi uçurumlardan aşağı baktığım hiç önemli değil. Çünkü benim için mesele, yolun kendisi değil, o yolculukta kim olduğum. Rengimi, ışığımı koruyabildiğim sürece, en sert fırtınalar bile beni savuramaz. Kurak bir çölde bile yürüsem, içimde taşıdığım umutla çiçek açarım. Belki zaman zaman durup düşündüğün olmuştur: "Bu kadar zorluğun içinde nasıl hâlâ böyle ışıl ışıl olabiliyorsun?" İşte sır tam da burada. Yol beni değiştirmiyor; ben yolun üzerine kendi rengimi bırakıyorum. Beni tanıyorsun, biliyorsun. Ne kadar zorlu bir patika olursa olsun, ayak izlerimi hep sevgiyle, dirayetle ve cesaretle bırakıyorum. Eğer yol sana karanlık geliyorsa, benim ışığıma bak. Çünkü o ışık, sadece bana ait değil. Her düştüğümde, her yaralandığımda yeniden yaktığım bir alev bu. Ve bu alevi seninle paylaşmaktan hiç çekinmedim. Bu yüzden, hangi çölün ortasında kalırsan kal, bil ki çiçek açmayı senden öğrendiğim bir cesaretle sürdürüyorum. Çünk...
 Hayatlarımız pamuk ipliğine bağlı. Bir doğa olayı, bir hastalık ya da bir savaş, her şeyi bir anda değiştirebilecek kadar güçlü. Ama garip bir şekilde, bu durumu neredeyse hiç fark etmiyoruz. Gündelik telaşlarımız, küçük dertlerimiz, büyük hayallerimiz... Hepsi, hiç sarsılmayacak bir dünya algısı üzerine kurulu. Sanki bu düzen hep sürecekmiş gibi, sanki zamanın durması mümkün değilmiş gibi yaşıyoruz. Gerçek şu ki, yaşamımız beklenmedik bir rüzgârla savrulabilecek kadar narin. Her şey bir an içinde altüst olabilir. Yine de, bu gerçeği kabul etmek yerine görmezden geliyoruz. Sahip olduklarımızın değerini anlamadan, bir gün onları kaybedebileceğimizi aklımıza bile getirmeden yaşıyoruz. İnsan ilişkilerinde de, doğaya karşı tutumumuzda da, hatta kendi bedenimize bile bu şekilde davranıyoruz: Sanki hiç bozulmayacakmış gibi, sanki her şey bize sonsuza dek aitmiş gibi. Oysa ki her anın bir sonu var. İnsan, varlığının sınırlarını fark ettiğinde ancak hakiki bir yaşam sürebilir. Çünkü sınır...
 Yaşantımın Yazarına Güvenmek Hayat bazen bir kitaptır. Sayfalarını çevirirken bilmediğimiz, tahmin bile edemediğimiz olaylarla karşılaşırız. Bazen bir cümle bizi durdurur, düşündürür, ağlatır. Bazen ise heyecanla bekleriz, sıradaki sahnede ne olacağını bilmeden. İşte şimdi tam da öyle bir noktadayım. Yaşantımın bir sonraki bölümü ne olacak, bilmiyorum. Ama yazarını tanıyorum. Ona güveniyorum. Her şey belirsiz görünüyor olabilir. Hangi yola sapacağım, hangi insanlarla karşılaşacağım, hangi hataları yapıp hangi zaferlere ulaşacağım… Bilmiyorum. Ama içimde bir his var; sanki her şey, hatta en karanlık anlar bile bir plana hizmet ediyor. Çünkü bu hikâyenin yazarı beni benden iyi tanıyor. Kaleminin her dokunuşunda bir anlam gizli, her nokta ve virgül beni bir yere taşıyor. Kimi zaman sorularım oluyor. Neden bu kadar acı? Neden bu kadar kayıp? Neden bazı cümleler ağır ve anlaşılmaz? Ama sonra fark ediyorum: Bir romanın derinliği, karakterlerinin sınavlarından geçerken şekillenir. En iyi...
 Çelişkilerle Örülü İnsanlık Kürk giymenin ihtişamıyla, doğanın çığlıkları arasında nasıl bir bağ vardır? O bağı görmezden gelmek kolaydır, çünkü lüksün ve ihtişamın içinde vicdanın sesi, bir fısıltı kadar sessiz kalır. "Kibir kötüdür" deriz, ama o kibri üstümüzde bir giysi gibi taşırız. İşte insanın en büyük yanılgısı burada başlar: Hem değerleri savunur hem de değerlerin bizzat karşısında durur. Bir düşün: Bir mağazada pırıltılı vitrinlerde sergilenen kürkler, kışın soğuğundan korumak için değil, statü göstergesi olarak tasarlanmıştır. Kürk, bir zamanlar o hayvanın yaşamını örten bir zırhtı, şimdi ise insanın ego kalkanı. Hayvanın acısını, doğanın çığlığını ne kadar duymazdan gelsek de bu gerçek değişmiyor. İnsan, konforu ve arzuları uğruna başkalarının yaşamlarını hiçe sayıyor. Ama sonra ne yapıyoruz? "Allah büyüktür" diyoruz. Bu, bir çeşit aklama mı yoksa bir yüzleşmeden kaçış mı? Sadece hayvanlar mı? Doğa... Yağmur ormanlarını hatırla. İnsanlık, o eşsiz ekosist...
 Simyacılar: Hayatın Acılarından Doğan Büyülü Kadınlar Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş her kadın bir büyücüdür. Çünkü yaşadığı her travmayı, maruz kaldığı her kötülüğü, karşılaştığı her ihaneti içindeki o görünmez kazanda sabırla yoğurmuş, acıyı altına çevirmiştir. Onları sadece "kadın" diye tanımlamak yetersiz kalır. Onlar, hayatın en derin karanlıklarından ışık çıkaran simyacılardır. Bu kadınlar, başlarına gelen tüm olumsuzluklara rağmen kalplerini saf tutmayı başarır. Dünyanın karanlığına rağmen içlerindeki ışığı söndürmeyen birer savaşçı gibidirler. Kırılmış ama dağılmamış, yorulmuş ama pes etmemiş, her düşüşlerinde yeniden kalkmayı öğrenmişlerdir. Bu nedenle sıradan bir kadın değil, etrafını büyüleyebilen birer simyacıdırlar. Bir kadının içindeki gücü hafife alanlar, onun nasıl bir dönüştürücü olduğunu göremeyenlerdir. Çünkü bu kadınlar, acının en derininden bile güzellik yaratabilir. Bir yıkıntıyı birer saraya, bir ihanetin izini sevgiye dönüştürebilirler. Bu, ...
 Renk Değiştiren İnsanlar Bukalemunların ilginç hayvanlar olduğunu düşünürdüm. Renk değiştirme yetenekleriyle doğanın büyüleyici bir parçasıydılar benim için. Ancak yanılmışım. Çünkü gerçek bukalemunlar arasında yaşamışız meğer. İnsan suretindeki bu canlılar, sıkışınca öyle bir hızla renk değiştiriyor ki doğa bile şaşırır. Bukalemun, hayatta kalmak için renk değiştirir; doğaldır, içgüdüseldir. Ama insanlar? Onların değişimi bir hayatta kalma meselesi değil, ustaca oynanmış bir tiyatro sahnesidir. Gözlerinizin içine baka baka en derin kırmızıdan buz gibi bir maviye geçebilirler. Dün size dostluk yemini eden bir yüz, yarın sırtınıza saplanacak bir hançerin sahibidir. Bu insanlar, rüzgârın yönüne göre durmayı bir sanat haline getirmiştir. İkiyüzlülük onlar için bir meziyet, omurgasızlık ise bir yaşam biçimidir. Onların yanında dururken kime güveneceğinizi, hangi rengine inanacağınızı asla bilemezsiniz. Çünkü bir saniye içinde bir dosttan düşmana, bir sevgiliden yabancıya dönüşebilirle...
 Kalpler Kuyunun Dibinde Günümüzde kalpler, derin bir kuyunun dibinde hapsolmuş gibi. Çıkmak için çırpınıyor ama duvarlar yosun tutmuş; kaygan ve soğuk. O yosunlar, zamanla sevgiyi unutan yüreklerin sessiz tanıkları gibi. Eskiden sevgi, içimizi ısıtan bir alevdi; şimdi ise küller arasında kaybolmuş bir kıvılcım. Bir zamanlar sevmek, yaz sıcağında buz gibi sulara atlamak gibiydi. Ruhumuzu tazeler, bedenimizi canlandırırdı. Şimdi ise sevgiyi tüketmekten korkar hâle geldik. Kendimizi ve duygularımızı bir fanusun içine hapsettik. Hiçbir şeyimizi paylaşamaz olduk, aşkı bile. Oysa aşk, her zaman iki kişilik bir yolculuktu. Aynı gökyüzüne bakmak, aynı hayali paylaşmak, aynı yolda yürümekti. Şimdi insanlar, aynı yolda yürümek yerine birbirine yabancı yollarda kaybolmayı seçiyor. Sevgiyi paylaşmak yerine onu saklıyoruz, sanki paylaşırsak azalacakmış gibi. Ama sevgi, paylaştıkça büyüyen tek şeydir. Bir elin diğerine dokunuşunda, bir gülüşün yankısında, bir kalbin diğerine açılışında kendini ...
 Umut ve Endişe Dünya, kaotik bir girdapta dönüyor gibi. Her yılın sonunda, insanlık yeni bir başlangıcın heyecanını yaşamaya alışkındı. Ancak bu yıl, atmosfer farklı. Sokaklardaki ışıklar daha sönük, yüzlerdeki tebessümler daha yorgun. Yeni yılın getireceği umut yerini endişeye, coşku yerini derin bir kaygıya bırakmış gibi görünüyor. Ekonomik dalgalanmalar, iklim krizinin artan etkileri ve küresel çatışmalar, insanlığın omzunda ağır bir yük. Hemen her coğrafyada insanlar, belirsizlikle boğuşuyor. "Yarın ne olacak?" sorusu, sabahları uyanan her bireyin zihnini meşgul ediyor. Gelecek, eskisi gibi umut vaat eden bir bilinmezlik değil; aksine, giderek büyüyen bir tehdit gibi hissediliyor. Bu yılın sonunda, dünyanın dört bir yanındaki insanlar, yeni yılı karşılamak için değil, geçtiğimiz yılı geride bırakmak için bekliyor. Yılbaşı, artık bir kutlamadan ziyade bir nefes alma molasına dönüştü. Ancak tam da bu noktada, insanlığın en güçlü özelliklerinden biri devreye giriyor: dayanm...
 Fırtınanın Gölgesinde Bundan yıllar önce, henüz 17-18 yaşlarındaydım. Ailemizle birlikte büyük bir bahçenin içinde, yan yana dizilmiş iki evde yaşıyorduk: biri bizimdi, diğeri amcamların. O gece, amcamın ailesi şehir dışındaydı ve evleri boş bırakmamak gibi bir alışkanlığımız olduğu için orada kalmamız gerekiyordu. Kışın ortasındaydık; yağmurun sesi gök gürültüsüne karışmış, elektrikler kesilmişti. Gök, adeta ikiye yarılmış gibiydi. Bu tür bir hava bizim için sıradandı; ne de olsa kış mevsiminin sert yüzüyle tanışıktık. Ancak o gece sıradan değildi. Evin önünde, duvara yaslanmış halde duran odunlar, bir anda öyle bir gürültüyle devrildi ki yerimizden sıçradık. Perdeleri araladığımızda gördüğümüz manzara ürkütücüydü. Ağaçlar, rüzgârın gücüne boyun eğerek sağa sola eğiliyordu. Yaprakların hışırtısını bastıran uğultu, kulağımızda ürpertici bir fısıltı gibi yankılanıyordu. Karanlık, dışarıyı görmemizi imkânsız hale getiriyordu. El fenerlerimizi aldık ve pencereden dışarıyı kontrol ett...
 Bugün yine arabamın bakım günüydü. Telefonda nazik bir beyefendiyle görüştüm. Arabayı Seferihisar’dan Narlıdere’ye getirmem gerektiğini ve öncelik rica ettiğimi söyledim. Hava oldukça soğuk ve yağmurluydu. Aynı gün içinde otobüsle eve dönüp, tekrar Narlıdere’ye gitmek benim için büyük bir işkence olacaktı. Tedaviden yeni çıktığımı, bağışıklık sistemimin güçlü olmadığını ve çabuk yorulduğumu da ekledim. Karşımdaki kişi beni büyük bir sabır ve nezaketle dinledi, hızlı bir şekilde bakımı yapmaya çalışacaklarını ve öncelik vereceklerini söyledi. Arabamı teslim ettikten sonra beni misafir ettiler. Beklerken beyefendiyle birkaç kez sohbet etme fırsatı buldum. Eşi de aynı zorluklardan geçmiş; bu yüzden durumuma olan anlayışı ve empatisi derinden etkiledi beni. İşinin yoğunluğuna rağmen her detayı titizlikle organize etmesi, o nazik yaklaşımı ve incelik dolu sözleri, bekleme sürecimi daha katlanılır kıldı. O sırada kitabımı okudum, biraz bir şeyler karaladım. Zaman hızla geçti. O kadar ki...
  Yaz geceleri sıcak ve sessizdi, damlarda yatmak ise bir gelenek. Gökyüzü yıldızlarla doluydu, ama benim için o damların serinliği, her zaman huzur getirmezdi. Ailemin tanınmış olması mı, yoksa bize zarar vermek isteyen birilerinin varlığı mı, hâlâ bilemiyorum, ama dikkatler hep üzerimizdeydi. Ve o gözler... Sizi izlediğini hissettiğiniz o gözler, gecelerimi karanlıktan çok daha derin bir korkuyla doldururdu. Damdan baktığınızda yolları görürdünüz, ama bazen karanlıkta bir gölge belirirdi. Birinin evimizi gözetlediğini anlardık. Neden oradaydı? Ne istiyordu? Hiçbir zaman öğrenemedik. O kişi kimdi, amacı neydi, hep bir sır olarak kaldı. Ancak, bu yetmezmiş gibi, zamanla evimize hırsız gibi girmeye çalışan insanların izlerini bulmaya başladık. Pencerelerde oynanmış kilitler, kapılarda garip sesler… Her biri, zaten tedirgin olan ruhumu daha da ağırlaştırıyordu. Gece olunca damda yatmak cesaret isterdi. Çünkü evimize doğru her hareket, her gölge bir tehdit gibi gelirdi. Ve gece olur d...
 Yağmur  Uzun zamandır yağmurun sesini dinlemediğimi fark ettim. Sanki çok sıradan bir şeymiş gibi, arabayla geçip gitmişim üzerinden. Oysa bir zamanlar bende ne derin duygular uyandırırdı yağmurun sesi... Özlemi, sevgiyi, aşkı, Halfeti'deki evimizi hatırlatırdı bana. Hiç yağmurdan sonra, dalından  hafifçe yarılmış nar topladınız mı? Tanelerine dokunduğunuzda, yağmur suyuyla karışan nar suyunun damlaları avuçlarınıza akar. O eşsiz tat, her lokmada ikiye katlanır. İşte, yağmurun bıraktığı izler de böyledir; geçmişin kokusunu, anıların tadını ve duyguların ağırlığını taşır. Belki de sadece dinlemek gerekir, çünkü yağmur, kalbinize unuttuğunuz bir şarkıyı yeniden fısıldar.
Yoruldum...  Trafikteki bazı erkeklerin kadın sürücülere karşı sergilediği o tavırlar beni artık delirtme noktasına getirdi. Sanki direksiyonda bir kadın varsa bu onların güç gösterisi yapması için bir fırsat oluyor. Hele bir de yan koltuklarında bir kadın varsa, işte o zaman durum iyice çirkinleşiyor. O kadının yanında “güçlü” görünecek ya, seninle olan alakasız bir savaşa giriyorlar. Ne tuhaf, değil mi? Düşünüyorum, bu davranışlar nereden geliyor? Anneden mi, çevreden mi, toplumdan mı? Ne olmuş da böyle bir eziklik duygusuna kapılmışlar? Ama işte, trafikte bu komplekslerle uğraşırken bir noktada ben hep pes eden taraf oluyorum. Haklı da olsam haksız da, “Tamam” diyorum, “Kusura bakma.” Çünkü bu saçma sapan bir tartışmaya değer mi? Değmez, ama içimde bir yer de susmayı hazmedemiyor. Dün bir tanesi öyle bir şey yaptı ki uzun zamandır bu kadar öfkelendiğimi hatırlamıyorum. Arabasıyla öyle yaklaştı ki, tamponuyla benim arabama neredeyse değecekti. Korkutmak için mi yaptı, yoksa sadec...
 Halfeti  Bazı sabahlar vardır, hani gözlerinizi açar açmaz burnunuza garip bir koku gelir. Ama öyle sıradan bir koku değil, anıların karıştığı bir özlem kokusu... Doğduğunuz toprakların, çocukluğunuzun geçtiği sokakların, eskiden her gün gördüğünüz ama şimdi yalnızca hayalinizde canlanabilen o manzaraların kokusu. İşte ben de öyle sabahlarda Halfeti’yi hatırlarım. Bilmem bilir misin Halfeti’yi? Şanlıurfa’nın küçücük ama bir o kadar büyülü bir köşesidir. Fırat Nehri kıyısında uzanır. Çocukluğum orada geçti. Fırat’ın sesi hâlâ kulaklarımda yankılanır bazen; sessiz gibi duran ama aslında derinlerden gelen o hışırtısıyla, insana hem huzur hem de garip bir hüzün veren bir melodi... Bir nehir böyle bir duygu uyandırabilir mi, demeyin; Fırat uyandırır. Hele sabah serinliğinde, nehrin kıyısında taş evlerin arasında yürüdüğünüzde, işte o zaman anlarsınız ne demek istediğimi. Halfeti’nin taş evleri suya karışmıştır artık. Eski Halfeti dediğimiz yer, Birecik Barajı’nın yapımından sonra ...
İçsel Güzellik: Nezaket ve Naiflik Zorla Öğretilemez Bazen düşünüyorum, bir insanı zorla nazik yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu. O insanın kalbindeki inceliği, senin ona nasıl davranman gerektiğini öğretmekle açığa çıkaramazsın. Görgü, saygı, nezaket gibi değerler de öyle. Onlar birinin iç dünyasında var olur, senin ona bunları öğretmenle değil. Kimi insanlar, hayatlarında görmedikleri o derin bakış açılarını, senin onlara sunmanla fark edemezler. Çünkü her düşünce, bir kişinin kendi iç yolculuğuyla gelişir. Düşünemediklerini düşündürmek, zor bir şey. Bazen düşünceler, birinin kişisel tecrübesine bağlı olarak şekillenir. O yüzden ne kadar uğraşırsan uğraş, sen ona o yeni bakış açısını zorla kazandıramazsın. Birinin kalbini güzelleştirebilmek de öyle. Ne kadar dışarıdan müdahale edersen et, o güzellik o insanın içinde filizlenmelidir. Bazen dışarıdan görünüyor ki, birinin naif, zarif olması için ona bir şeyler öğretmek gerekir. Ama gerçek naiflik, o kişinin içsel dünyasından gelir. K...
 "Burası Dünya: Yarım Kalanların Sahnesi" Sakin ol. O kadar da önemli biri değilsin. Bu söz, ilk duyduğunda insanın kalbine bir hançer gibi saplanır; ama biraz düşündüğünde, aslında içinde derin bir hakikati barındırır. Her şeyin merkezinde kendini gören, dünyaya ve hayata hükmetmeye çalışan insanın en büyük yanılgısıdır bu: Sanmak… Sanmak ki dünya onun etrafında döner, her an, her durum sadece onun varlığına endekslenmiştir. Oysa hakikat daha sade ve daha acımasızdır. Hepimiz, yarının ölülerinden biriyiz. Evet, bugün nefes alıyor olabiliriz; kalbimiz atıyor, planlar yapıyor, hayaller kuruyor olabiliriz. Ama yarın? Hiç kimse yarına dair bir söz veremez. Dünya sahnesinde her birimiz küçük birer oyuncuyuz; rolümüz bittiğinde perde kapanacak ve bir iz bırakabildiysek ne mutlu… Ama çoğunlukla, büyük kavgalarımız, büyük hırslarımız, büyük kaygılarımız unutulup gidecek. Çünkü zamanın unutturamayacağı şey neredeyse yok gibidir. Burası dünya. Her şeyin yarım kaldığı yer... Sevginin, ...
Zamanın Geri Alamadıkları Hayat, bir okçu gibi elimize yay verir; o yaydan çıkacak okların hedefini ise bizim seçimlerimiz belirler. Yaydan çıkan ok bir kez salındığında, geri dönme şansı yoktur. Aynı şekilde ağızdan çıkan sözler, kaçırılmış fırsatlar ve geride bıraktığımız zaman da bir daha asla geri getirilemez. Bu yüzden her adımda, her sözde ve her kararda bir bilgelikle hareket etmek gerekir. Bazen öfkeyle, bazen de düşüncesizlikle ağzımızdan çıkan sözler, yaydan fırlayan kontrolsüz bir ok gibi birilerini yaralayabilir. Dil yarası, fiziksel bir yaranın aksine gözle görülmez; ancak izi, kalplerde ve zihinlerde derin bir boşluk bırakır. Kimi zaman bir söz, bir ömrü iyileştirirken, kimi zaman da bir hayatı zindana çevirebilir. İnsan olmanın en hassas sınavı, işte bu noktada başlar: Söylemeden önce düşünmek, konuşurken ölçülü olmak. Çünkü bir söz sarf edildiğinde, tıpkı bir okun havadaki süzülüşü gibi, ne kadar pişman olsak da onu geri döndürmek imkânsızdır. Kaçırılmış fırsatlar da bö...
 17 Aralık 2001  Bugün kızımın 23. doğum günü. Bir zamanlar Allah’tan bir kız çocuğu istemiştim. Kalbimde büyüttüğüm o dilek, dudaklarımdan bir dua olup yükselmişti. Ve Rabbim, o duayı kabul ettiğinde bana yalnızca bir evlat vermedi. Bana denizi, gökyüzünü, güneşi ve yıldızları hediye etti. Bana bir mucize gönderdi. Sen doğduğunda dünyam yeniden şekillendi. Senin o küçük ellerin avuçlarımı tuttuğu ilk an, hayatımda neyin önemli olduğunu anladım. Senin kahkahaların güneşim oldu, yorgun günlerimi aydınlattı. Gözlerin, karanlıkta yolumu bulmamı sağlayan yıldızlar gibi parladı. Varlığın, bana hayatın ne kadar güzel ve ne kadar değerli olduğunu gösterdi. Zaman o kadar hızlı geçti ki… Daha dün seni kollarımda taşırken bugün 23 yaşında genç bir kız oldun. Gururla, sevgiyle ve minnetle sana bakıyorum. Sen yalnızca benim kızım değilsin, aynı zamanda en yakın arkadaşım, dert ortağım, yol arkadaşım oldun. Seninle paylaştığım her an, ruhuma işlenmiş birer hatıra gibi. Bugün senin günün… İ...
Yollar Değil Kalpler Buluşur Sabretmeyi öğrenmek ne zormuş meğer... Hayatta ne çok şeyi bekleriz, ne çok şeye kavuşmayı dileriz, ama bazı şeyler nasibimizde varsa olur, yoksa ne kadar çabalarsak çabalayalım elimizden kayar gider. İşte tam da böyle bir hisle istemiştim 17 Aralık’ta Konya’da olmayı, o büyülü Şeb-i Arus törenlerine katılmayı. İçimde derin bir özlem, kalbimde tarifsiz bir çekim vardı. Mevlana’nın o engin hoşgörüsünü, kucaklayıcı sevgisini hissetmek, onunla bir an bile olsa aynı nefeste buluşmak istedim. Ama hayat, her zaman planlarımızla örtüşmüyor. Tedavi sürecinden yeni çıkmıştım. Ruhum kadar bedenim de yorulmuş, yıpranmıştı. Uzun bir yolculuğu göze alacak ne fiziksel gücüm vardı ne de ekonomik koşullarım elveriyordu. Yine de bu isteğimi gönlümün en derin köşesinde sakladım. Hani derler ya, “Eğer nasibindeyse olur.” Belki Konya’ya gidemedim, ama o gece nasibime İzmir’deki bir Mevlana etkinliğine katılmak düştü. Öylesine plansız, öylesine son dakika… Ama belki de hayatın ...
 Anne, Seni Hiç Unutmayacağım Hastane odasının soğuk ve beyaz duvarları, sessizliğiyle içimi kemirirken, annemin lacivert mavisi gibi derin gözlerine baktım. O gözlerde bir yaşamın, bir sevdanın ve koca bir fedakârlığın izleri vardı. Ama o gün, o gözlerde bir soru vardı; cesareti korkusunu bastıran bir soru: “Kızım, ben ölüyor muyum?” Ne kadar da yalancıyım, diye düşündüm o an. Dudaklarım “Olur mu öyle şey?” dese de, gözlerim, ellerimin titremesi, ağzımdan çıkan cümlelerin sığlığı beni ele veriyordu. Annem, dünyanın en güçlü kadınıydı; elbette o da gerçeği görüyordu. Ama beni incitmemek için, yalanıma inanır gibi yaptı. Sanki bir anlaşma yapmıştık: O, bana umut varmış gibi davranacaktı; ben de ona her şey yolundaymış gibi. Annemin son günlerinde, onu hatırladığım her şey bir bir zihnime hücum etti. Soğuk kış sabahlarında bizi uyandırmadan kahvaltılar hazırlayan kadını düşündüm. Öğlen okuldan döndüğümüzde sıcacık yemeklerin kokusuyla karşılanmayı, sobanın etrafında toplanıp yediğimi...
 Denizin Tuzuna Aşık Olan Kadın Ben hep farklıydım. Farklı düşünen, farklı hisseden, farklı yaşayan biriydim. Dünyaya baktığımda gördüklerim, çoğu insanın gördüğünden farklıydı. Siz denizin mavisine âşıktınız; sonsuzluğunu, huzur veren dalga seslerini severdiniz. Oysa ben denizin tuzuna âşıktım. O yakıcı, sert, ama gerçek tadına... Mavi size huzur verirdi belki, dinginlik sunardı. Bana ise tuz, hayatın gerçek yüzünü gösterirdi. Dalganın içindeki sarsıcı gücü, o yakıcı dokunuşu hissederdim. Herkesin sakin bir sahil akşamında denizi seyrettiği anlarda, ben suya dokunur, avucumda kalan tuzu hissetmeye çalışırdım. Çünkü tuz, hayatın kendisiydi; biraz acı, biraz yakıcı, ama bir o kadar da vazgeçilmezdi. Farklı olmak kolay değildir. İnsanlar genellikle bir uyum, bir ortaklık arar. Aynı şeylere inanmayı, aynı şeylerden keyif almayı severler. Ama ben hiçbir zaman bu kalıplara sığamadım. Kalıpların dışına taşan bir yüreğim vardı. Başkalarının huzur bulduğu yerde, ben sorgulardım. Başkaların...
İlahi Adalet  Bazı insanlar ışığınızı gördüklerinde ona dayanamayacak kadar korkarlar. O ışık, onların karanlıklarını gözler önüne serer. Ve bu korkuyla, sizi küçültmeye, sizi yok etmeye çalışırlar. Ne kadar iyi davranırsanız davranın, ne kadar sabırlı olursanız olun, onlara kendi değerinizin farkına varmalarını anlatamazsınız. Çünkü sizin büyüklüğünüz, onların dar düşüncelerine sığmaz. Geçmişte bana zarar vermek isteyen bazı insanlara karşı ne kadar nazik olsam da, bir şey değişmedi. Bu tür insanlar sizi her zaman bir şekilde kıskanırlar, sizi gölgeleme çabası içinde olurlar. Ama ben artık biliyorum. O insanlar ne kadar uğraşsalar da, bir gün gerçeğin ortaya çıkacağını ve bu ilahi düzenin bir gün herkese hakkını vereceğine inanıyorum… Geçmişte, ışığımı görüp de buna tahammül edemeyenlerin, sonunda ilahi adaletin karşısında birer yansıma olarak kalacaklarını biliyorum. O gün gelecek, ben bekleyeceğim. Çünkü o an, ne kadar acı çekseler de, herkes hak ettiğini bulacak. 
Bir Zamanlar  Bazen bir noktada durup geçmişe baktığında, her şeyin ne kadar değiştiğini fark edersin. Eski günlerin sıcaklığı, bir zamanlar yüzüne yayılan o saf gülümseme, hayallerinin ağırlıksızca havada süzüldüğü anlar… Hepsi şimdi bir hatıra. Ve sen, o hatıraların içinde bir yabancı gibi hissedersin. Çünkü artık sen de eskisi gibi değilsin. Zaman, elindeki kalemle ruhuna çizgiler çizerken, seni bir heykeltıraş gibi yeniden şekillendiriyor. Kimi zaman incitiyor, kimi zaman da güçlendiriyor. Ama her çizik, her yara izi, seni bambaşka birine dönüştürüyor. O eskisi sen bir parça uzaklarda... Ama kaybolmadı. O hâlâ içinin bir köşesinde sessizce oturuyor, bazen bir şarkıda, bazen bir koku ya da anıda yeniden göz kırpıyor. Belki de değişim kötü değildir. Her düşüşte biraz daha sağlam durmayı, her kayıpta biraz daha değer vermeyi öğreniyoruz. Eskiden masum bir umutla baktığın şeylere, şimdi tecrübeyle, bazen de temkinli bir gözle bakıyorsun. Kalbin hâlâ atıyor, ama artık onun ne kadar ...
Değişimin Sessiz Yankısı Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Ve ben de… Ben de artık eskisi gibi değilim. Bir zamanlar daha naiftim, daha saf, belki de daha cesurdum. İnsanlara kolayca inanır, her sözü gerçek sanır, her yüreği sevgiyle dolu zannederdim. Dünyanın kalbimde yanan o küçük ışığı asla söndüremeyeceğine inanırdım. Ama öyle olmadı. Her yara bir şey aldı benden, her kayıp içimde bir boşluk bıraktı. Güvenim sarsıldı, kelimelerim değişti, bakışlarım farklılaştı. Bir zamanlar yalnızca umutla bakan gözlerim, şimdi hem hüznü hem mücadeleyi taşıyor. Ama işte bu yüzden, artık daha güçlüyüm. Eskiden küçük bir çocuğun heyecanıyla koşardım hayallerimin peşinden. Şimdi yürümeyi öğrendim. Daha temkinliyim, daha sağlam. Bir zamanlar beni inciten şeyler artık eskisi kadar acıtmıyor. Yaralarım kabuk bağladı, ama o kabukların altında bir şeyler büyüdü. Kendim oldum. Evet, değiştim. Artık o eski ben değilim. Ama bu yeni "ben", acılarından ders çıkaran, düşerken de büyüyen biri. Hayatı...
 Bazen sadece çığlık atmak istersin. Konuşmaya mecâlin kalmamıştır, insanlara tahammül gücün tükenmiştir. Sadece bir çığlık, içindeki tüm acıyı dışarıya vurmak için yeterli olduğu anlar vardır. Sessizlik, kelimelerin anlamsız kaldığı o anlarda, en güçlü ifaden olur.
Onurumuzun Sessiz Çığlığı Onurlu insanlar ne kadar da azaldı… Neredeler, hangi köşeye çekildiler? Bu yokluk neden bu kadar derin hissediliyor? Onurlu insanlar… Bir zamanlar hayatımızın en değerli taşları gibi görülen bu insanlar, şimdi neredeyse masallarda anlatılan birer kahraman gibi hissediliyor. Neredeler, hangi köşelere çekildiler? Hayatın her alanında bir eksiklik, bir yokluk hissi hâkim. Sevgi, saygı, nezaket gibi kavramlar birer gölgeye dönüşmüş durumda. Her şey maddiyat ve çıkar odaklı bir düzene teslim olmuş gibi görünüyor. İnsanlar, bir adım öteye gidebilmek için onurundan, şerefinden vazgeçmekten çekinmiyor. İşte bu tablo, insanın ruhunu en derininden yaralıyor. Bazen düşünmeden edemiyorum: Bu noktaya nasıl geldik? Modern dünyanın hızı mı bizi bu hale getirdi, yoksa içimizdeki değerler zaten birer birer eriyip gidiyor muydu? Eskiden bir insanın sözü senet gibiydi, bir bakışı samimiyet taşırdı. Şimdi ise ilişkilerde bir hesap kitap havası var. "Bana ne faydası olur?...
 Mavi gökyüzünde süzülen gri bulutlar, rüzgarın savurduğu sararmış yapraklar... Her biri şükür için birer davet gibi. Havanın nefesi, toprağın sabrı, gökyüzünün sessizce taşıdığı yük... Ne çok sebep var hayata minnet duymak için. 
 Geçmişten Günümüze Kadın Olmak: Zamanda Bir Kahkaha Yolculuğu Kadın olmak… Tarih boyunca her dönemde, her coğrafyada ayrı bir hikâye, ayrı bir mücadele, ayrı bir komedi unsuru. Gelin, geçmişten günümüze kadın olmanın evrimini, biraz da yüzünüzde bir tebessümle inceleyelim. Mağara Dönemi: "Mağara Kadını ve Tava Krizi" İlk kadınlar için hayat oldukça basitti. Erkekler avlanır, kadınlar mağarada otururdu. Ama bir düşünün, ilk kadın bir gün elinde mamut budu taşıyan erkeğe, “Yani bu mu şimdi? Bir çiçek bile getirmedin!” dememiş midir? Şahsen, mağara kadınının ilk "kap kacak" kavgasını başlatan kişi olduğunu düşünüyorum. Kim bilir, belki bir kaya parçasıyla başlamıştı o “Bu evde hiçbir şey düzgün çalışmıyor!” diye başlayan serzenişler. Antik Çağ: "Tanrıçalar ve Çamaşır Günü" Antik Yunan ve Roma’da kadınlar bir yandan tanrıçalara kurban sunuyor, bir yandan da "Afrodit gibi görünmeliyim" diye çabalıyordu. Ama kimse "Afrodit'in saçları nasıl bö...
 Cevrü Cefay: Acının kıyısında mana bulmak  Hayatın anlamı, en derin hakikatler genellikle zorluklarla örülmüş yollarda gizlidir. Kolaylıkla elde edilen şeyler ne kadar değerli olabilir ki? İnsan, acı çekmeden, sınanmadan, mücadele etmeden bir anlam bulamaz. Çünkü manayı bulmak, yüzeyde dolaşan bir gezginden ziyade, derinlere inen bir dalgıç olmayı gerektirir. Zorlukların dönüştürücü gücüne değinelim. Cevrü cefa dediğimiz şey, hayatın sınavlarıdır: Hayal kırıklıkları, kayıplar, acılar ve mücadeleler. İlk bakışta bunlar bizi yoran, hatta bazen tüketen şeyler gibi görünür. Ama derinlemesine bakarsak, her zorluğun bize bir şeyler öğrettiğini fark ederiz. Sabır, azim, empati, şükür gibi erdemler, zorluklar sayesinde öğrenilir. Örneğin, toprağa düşen bir tohum düşünelim. Toprak altında karanlıkta sıkışıp kaldığını zannederken, aslında kök salıp büyümeye hazırlanıyordur. İnsan da böyledir. Acının karanlığında boğulacağını düşündüğü anda aslında olgunlaşmaya başlar. Cefa olmadan insa...
 Kalbe Dokunmanın Gücü: Bir Gönülde Yer Edinmek Kalplerin yolları bazen karmaşık ama bir o kadar da sade aslında. İnsanların hayatına dokunabilmek, onlarda bir iz bırakabilmek için ne mal mülke ne de büyük güçlere ihtiyaç var. Asıl mesele, samimi olmak ve bir insanın ruhuna ulaşabilmek. Çünkü bu dünyada en değerli şey, bir başkasının kalbinde kendine yer edinebilmektir. Düşünsene, birine içten bir şekilde “Nasılsın?” diye sorduğunda ve gerçekten cevabını dinlediğinde o kişinin yüzündeki şaşkınlığı. Çoğumuz sorarız ama dinlemeyiz, değil mi? Oysa bir gönüle girmek, işte tam da burada başlıyor: karşındakine değer verdiğini hissettirebilmek. Bir an için onun dünyasında durup, gerçekten var olabilmek. Aslında bu, bir kapının önünde durup nazikçe zili çalmaya benziyor. Kapıyı açmak karşındaki kişinin tercihi, ama senin orada nasıl durduğun çok önemli. Zorla girmeye çalışırsan, kapılar kapanır. Ama samimi, dürüst ve sabırlı bir şekilde beklersen, belki de içeri davet edilirsin. İnsanlarla...
 Sabır: Sıkıcılığın Ötesindeki Mutluluk Anahtarı Sabır, insan doğasına aykırı gibi görünen ancak derin anlamlar taşıyan bir erdemdir. Hızla tüketen, anında sonuç almak isteyen modern dünyada sabır, sıkıcı ve zahmetli bir süreç olarak algılanır. Ancak bu süreç, mutluluğun ve başarıların kilidini açan en güçlü anahtarlardan biridir. Sabır; insanı dönüştüren, olgunlaştıran ve beklenilenin ötesinde ödüller sunan bir güçtür. İnsanoğlu, anlık tatminlere eğilimlidir. Çocukluktan itibaren ihtiyaçlarımızın hemen karşılanmasını isteriz. Fakat sabır, tam da bu dürtüye karşı bir meydan okumadır. Sabretmek, bir şeyden vazgeçmek ya da beklerken geçen zamanın boşuna olduğunu hissetmek değildir. Aksine, sabır bir inanç ve güven eylemidir: Doğru zamanda, doğru yerde olmak için beklemek. Sabır sıkıcıdır, çünkü çoğu zaman görünürde bir ödül yoktur. Beklerken zihnimiz, "Boşuna mı bekliyorum?" ya da "Ya sonuç istediğim gibi olmazsa?" gibi sorularla dolup taşar. Ancak tam da bu noktada s...
 Peşin Yargı: Alev Gibi Yakıcı ve Yıkıcı Peşin yargı, insanın içindeki en sert ve yıkıcı hislerden birine dönüşebilir. Bazen birini tanımadan, bir durumu anlamadan, sadece duyduğumuz ya da gördüğümüz birkaç detayla bir karar veririz. Oysa, peşin yargılar çoğu zaman gerçeği görmekten bizi alıkoyar. Ve ne yazık ki, çoğu zaman sadece karşımızdakini değil, kendimizi de yakar. Peşin Yargı, Bir Ateş Gibi Birini tanımadan hakkında kötü düşünceler beslemek, bir ateşi körüklemek gibidir. İlk başta küçük bir kıvılcım gibi başlar; "Bu kişi bana hiç güven veriyor gibi değil" ya da "Bu durumu kesinlikle yanlış yapacaklar" diye düşünürsünüz. Ama bu düşünceler, ne yazık ki hızla büyür. Tıpkı ateşin büyüyüp her yeri sarstığı gibi, peşin yargılar da bir süre sonra gerçekleri göremez hale geliriz. Bu ateş, kendimize zarar vermeye başladığında farkına varırız. Önce KKendne Sor: Neden Yargılıyorum? Peşin yargılar bazen içsel bir korkudan doğar. Kendi güvensizliklerimiz, geçmişte yaşadı...
Bakış Açımız Ne Kadar Doğru  Yanlış dediğimiz şey, çoğu zaman bir olayın kendisinden değil, bizim ona nasıl baktığımızdan kaynaklanıyor. Belki de asıl problem, olaylara kendi penceremizden bakıp hemen bir yargıya varmamızda. Gel, bu konuyu biraz samimi bir dille konuşalım. Yanlış Nerede Başlıyor? Biri sana beklediğin gibi davranmadığında, onu hemen "yanlış" mı ilan ediyorsun? Mesela bir arkadaşın seni aramayı unuttu diye kırılıp, "Beni önemsemiyor" diye düşünüyor musun? Oysa belki de o kişi kendi dünyasında bir şeylerle uğraşıyor, senin düşündüğün gibi bir niyeti bile yok. Buradaki yanlış, onun davranışında değil, bizim hemen kendi hikayemizi yazmamızda. Bakış Açısı Her Şeyi Değiştirir Hayat bazen o kadar basit ki… Bir olay, nasıl baktığına göre tamamen farklı anlamlara bürünebilir. Yağmur yağıyor diyelim. Birisi, "Ne berbat bir gün" diye söylenirken, bir başkası, "Toprak suya kavuştu, bereket geldi" diyebilir. Yağmur değişmedi. Sadece insanlar f...