Kayıtlar

Ocak, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
 Hayat Kısa, Hak Edenlere Sövün Bak canım, sabır falan güzel şey ama bazıları gerçekten hak etmiyor. Hani derler ya, "Suskunluğum asaletimdendir" falan… Yok, öyle bir şey. Bazı insanlar susunca anlamıyor. Açık açık, tane tane anlatman gerekiyor ki anlasınlar ne halt yediklerini. Mesela birine iyilik yapıyorsun, sırtını dönüyorsun, bir bakıyorsun arkandan konuşuyor. Ne yapacaksın? “Ah canım ya, Allah affetsin” mi diyeceksin? Yok ya! Bas küfürü, bırak içini rahatlatsın. Hayır, bilim de destekliyor bunu bak. Küfretmek stres azaltıyormuş. Sen sağlığına iyi bakıyorsun aslında! Ama tabii ki her önüne gelene sövme. O zaman kıymeti kalmaz. Hak edene, tam yerine, ölçülü ve sanatsal bir şekilde. Küfür dediğin de bir sanattır sonuçta. Herkes beceremez. Öyle düz odun gibi küfretmek yok. İçinde biraz mizah olacak, biraz zeka parlayacak. “Aptal” demekle yetinmek mi? Hayır. “Aklın olsa boşa gitmezdi” diyecek, hem düşündüreceksin hem vuracaksın. Zaten hayat kısa. Bir de içinde tutup stres ya...
Bizim evde bir yer vardı, yük yeri derlerdi ona. Duvarın içine oyulmuş, kapaksız bir dolap gibi… Ama kapak yerine ince bir perde vardı. O perdeyi aralayınca içi loş olurdu, biraz gizemli, biraz da heyecan verici. İşte tam orada, en köşede, annemin sandığı dururdu. Ah o sandık! Benim gözümde sırlarla doluydu. O kadar merak ederdim ki içindekileri, boyum uzasa da bir gün kapağını kaldırıp içine baksam diye hayaller kurardım. Büyümek istememin tek sebebi bile olabilir o sandık! Annem açınca göz ucuyla bakmaya çalışırdım ama hemen geri kapatırdı. Sanki içinde dünyanın en büyük sırrı saklıydı. Acaba neler vardı içinde? Belki de düğününde giydiği dantel işlemeli duvağı, lavanta kokan beyaz bir geceliği... Bir kenarda eski, solmuş mektuplar... Kartpostallar...  Bir ipek mendil olmalıydı, belki gözyaşlarını sildiği… Bir de bebekliğimden kalma minik patikler, sararmış bir kundak… Sandığın en diplerinde büyüklerin bahsettiği, ama benim hiç görmediğim siyah beyaz fotoğraflar. Belki dedeml...
 Evde Yemek İşine Girişim ve Çıkışım: Dolma Kadar Dertli Hikâyem Sevgili dostlar, hayatımda birçok şeye el attım ama en lezzetli maceram, evden yemek yapıp satmaya karar verdiğim o dönemdi. "Evden Getir Yemek" furyası patlamış, ev hanımları mutfaklarını ticarethaneye çevirmişti. Dedim ki, "Bu iş tam benlik!" Çünkü mutfağımda kendi yediğimden başkasını başkasına sunmam. Zeytinyağım birinci sınıf, baharatlarım Gaziantep'ten, isotum Urfa'dan, her şey doğal ve kaliteli. İçli köfte, dolmalar, sarmalar... Öyle güzel işler çıkardım ki ilk başlarda müşterilerim bayıldı! Ama sonra bir şeyler oldu. Siparişler azalmaya başladı, sonra eleştiriler geldi. Meğer benim dolmalar "fazla pahalıymış" ve "çok kalın sarılıyormuş." Lütfen! Bizim oralarda dolma dediğin içi bol olur, kuru yaprak çiğnemek değildir. Zaten dolmanın amacı sadece yaprağı değil, iç harcın lezzetini de tatmaktır. Ama gel de anlat... Beni en çok güldüren de şu oldu: Oturduğum site lüks m...
 Gerçek, Hikayeyi Aştı Çocukluğumda, Pazar akşamlarının ayrı bir yeri vardı. O günler, evde toplanan kalabalığın yarattığı curcunayla, televizyon karşısında yaşanan küçük bir şölen gibiydi. Dallas dizisi, hayatımıza farklı bir heyecan katmıştı. Ancak, diziden önce her zaman haberler izlenirdi. Evde çıt çıkmaz, herkes büyük bir dikkatle ekrana kilitlenirdi. Özellikle babam ve komşularımızın erkekleri, haberleri neredeyse bir ayin ciddiyetiyle takip ederdi. Ben de babamın kucağına sokulur, o karmaşık haberlerin ne anlattığını anlamaya çalışırdım. Haberler beni ürkütürdü. Ekranda anlatılanlar, bir çocuğun dünyasında korkunun tohumlarını serperdi. Ama Dallas başladığında her şey değişirdi. Çaylar hazırlanır, dizinin kahramanları hakkında hararetli tartışmalar başlardı. Her kafadan bir ses çıkar, kimisi J.R.'ın kurnazlıklarına hayran kalır, kimisi ondan nefret ederdi. Bir defasında, dayanamayarak anneme sordum: “Anne, J.R. neden bu kadar kötü?” Annem, gülümseyerek, “Kızım, bu bir film. ...
Kral Akbaba… Kuş dünyasının en büyük leşçileri arasında sayılıyor. Ama onu diğerlerinden ayıran çok özel bir özelliği var: Renkleri. Başının üzerindeki turuncu, kırmızı ve sarı tonlarıyla adeta bir tablo gibi. Görünüşü büyüleyici olsa da, doğasında ne olduğunu asla gizlemiyor: O bir leşçi. Ve hayatta kalması için başkalarının çürümesine ihtiyaç duyuyor. Şimdi bunu insanlara uyarlayalım. Günümüz dünyasında da böyle "Kral Akbabalar" yok mu? Dışarıdan bakıldığında rengârenk, dikkat çekici, hatta belki hayranlık uyandırıcı. Ama işin derinine indiğinde, insanlara karşı acımasız ve merhametsiz olduklarını fark ediyorsun. Özellikle birinin zor zamanlarında, ilk tekmeyi atanlar genelde onlar oluyor. Çünkü onlar, başkalarının düşüşünden beslenir. Bu tarz insanlar, zor durumdaki birini desteklemek yerine fırsat kollamayı tercih eder. Bir hata mı yaptın? Bir yanlış mı oldu? İşte o an, seni daha da düşürmek için sahneye çıkarlar. Ellerindeki renkli görüntüleri, dikkat çekici kişilikleri,...
Bugün, sustum. Kendimle bile konuşmamaya karar verdim. Zihnimde yankılanan o sonsuz cümleleri bir kenara bırakıp sadece dinleyeceğim. Öyle ya, çoğu zaman biz konuşurken, hayatta gerçekten söylenenleri kaçırıyoruz. Duyguların, seslerin ve hatta sessizliğin bize anlatmak istediklerini fark etmiyoruz. Bugün, sessizliği kucakladım. Sabah çayımdan bir yudum alırken, bardağın kenarında biriken buharı fark ettim. O buharın yükselişini, bir süre sonra dağılmasını izledim. Konuşmaya kalksam, belki de göremeyecektim. Dışarı çıktım. Rüzgârın ağaç dallarıyla nasıl dans ettiğini dinledim. Her yaprağın, her esintinin kendine has bir hikâyesi varmış meğer. Ama bunu, anca sustuğumda öğrendim. Kendi içimde de bir rüzgâr esti. Geçmişten taşıdığım düşünceler, "niye böyle oldu" diye sorduğum anlar, geleceğe dair planlar... Hepsi bir süre sustu benimle birlikte. Ve ilk kez, o karmaşanın altındaki sessizliği fark ettim. Garip bir huzur bu. Biraz tanıdık, biraz ürkütücü. Ama içten içe biliyorum, in...
 Modern insanın en büyük sorunu, iç ses ile dış sesi birbirine karıştırması galiba. Düşünüyorsun, yorumluyorsun, hatta bazen kendi kendine kavga ediyorsun, ama sorun şu ki artık bunlar sadece beyninin içinde kalmıyor! Bugün bunu çok net anladım. Sesim kendini dışa vurmaya başladı ve artık bir sınır koymam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, dürüst olmak gerekirse, bu böyle giderse toplumsal bir tehdit haline gelebilirim. Bir arkadaşım terfi aldığını söyledi. Gerçekten çok sevindim ama bunu ifade edişim biraz fazla dışa dönüktü. İçimden, “Vay be, sonunda başardın! Helal olsun, zaten hak ediyordun,” demeyi planlıyordum. Ama ağzımdan şu döküldü: “Şükür ya! Kaç senedir çalışıyorsun, sonunda değerini anlamışlar. Neyse, hâlâ geç kalmış sayılmazlar!” Arkadaşım önce şaşırdı, sonra gülmeye başladı. Ama o an içimdeki samimiyeti biraz daha diplomatik ifade etsem iyi olurdu. Bir buluşmada biri sürekli konuşuyor, üstelik konuyla da hiç ilgisi yok. İçimden, “Allah aşkına, bir sus! Herkesin lafını ke...
 Hayatta mucizeler her zaman gelir, ama bazen o kadar yorgun oluruz ki onları göremeyiz. Bir fırsat burnumuzun ucundayken kaçıp gider, ardından “Keşke o an fark etseydim” deriz. Ama işte burada güzel bir gerçek devreye giriyor: Hayatta hiçbir şey için asla geç değil. Kaçırdığın bir fırsat, başka bir kapıyı açar. Yeter ki bu kez fark etmeyi öğren. Mucizeler dediğimiz şey aslında büyük ve göz kamaştırıcı olaylar olmak zorunda değil. Bazen bir dostun sana uzattığı eldir, bazen bir yabancının gülümsemesi, bazen de içinde patlayan küçük bir cesaret kıvılcımıdır. Ama işin sırrı şu: Onları tanımayı bilmek gerek. Çünkü mucize, yalnızca hazır olana görünür. Kaçırdığımız fırsatların arkasından üzülmek, durup kendimizi yargılamak en kolay yol. “Bunu nasıl fark edemedim?” ya da “Benim neden böyle bir şansım yok?” diye düşünmek hepimizin düştüğü bir tuzak. Ama şu an tam da fark etme zamanı. Geçmişi değiştiremezsin ama şu an alacağın bir kararla yarınının mucizesini yaratabilirsin. Örneğin, belk...
 Bazı tatlar var ki, akıldan silinmiyor ama her zaman aynı duyguyu da vermiyor. Bugün yediğim balık ekmek mesela... Şu an tadı damağımda, ama bir hafta sonra aynı lezzeti ve keyfi yakalayabilir miyim, bilmiyorum. Çünkü anın kendisi de yediğimizle birlikte bir tat bırakıyor. Öğleden sonra yediğim balık ekmek enfesti. Çıtır çıtır kızarmış balıklar, içi hafif yumuşak dışı kıtır kıtır ekmeğin arasında, bol soğanla birleşmişti. Soğanın keskinliği, burnumu akıtacak kadar yoğundu ama işte o tat... O kadar gerçek, o kadar samimi bir lezzetti ki ısırırken her şeye değdi. Üstüne bir de kıtır kıtır süs biberi... İşte o anda düşündüm: Daha fazlasını isteyebilir miyim? Bir lokmadan daha ne bekleyebilir insan? Aslında hiçbir şey. Bu lezzet, bu an, bu şükür hissi yetiyor da artıyor bile. Çünkü bazen hayat, sadece anı yaşayıp şükredebilmekte saklı. Şükür sadece şükür...
Sevgili dostlar, şunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Her paylaştığıma takılmayın! Her şeyin bir arka planı vardır ve her paylaştığım, yaşadığım anlamına gelmez. Kimi zaman sadece kafamı dağıtmak, belki de bir parça eğlenmek için sosyal medyada bir şeyler paylaşıyor olabilirim. Ya da daha da ilginci, belki sizin kafanızı karıştırmak istiyorum! Evet, bazen bunu yapmak da eğlencelidir, kabul. Ama şunu unutmayın: Kimse gerçek hayatını olduğu gibi göstermez. Paylaştığınız her fotoğraf, yazdığınız her cümle, bir anı veya bir duygunun yansıması olabilir; ama o yansımanın arkasında çok daha fazlası vardır. Herkesin hayatında hem parlak hem de karanlık taraflar var. O yüzden, kimseyi gözünüzle büyütmeyin. Sosyal medyada karşınıza çıkan o mükemmel hayatlar, o kusursuz anlar, bir anlamda herkesin yarattığı 'görünüşteki masallar'dır. Gerçek hayat, o paylaşımların çok ötesindedir. O yüzden, bakın ve gülün, ama sakın gerçek hayatı tamamen orada bulmaya çalışmayın. Çünkü, günün sonunda...
Ben asla mükemmel olmadım, ne yazık ki bu gerçeği kabul etmek zorundayım. Kusurlarım, zaaflarım var; tıpkı herkes gibi. Ancak, zamanında, bir dönem, insanların hatalarını yargılayacak kadar kendimi güçlü hissediyordum. Oysa zamanla anladım ki, insanların içinde neler yaşadığını bilmek, dışarıdan görünenin ötesine geçmek, oldukça zordur. Bu yüzden, başkalarını yargılamanın haddim olmadığını fark ettiğimde, bana çok şey öğreten bir deneyim yaşadım. Hepimiz, hayatın farklı kesitlerinde - bazen bir kelimeyle, bazen bir davranışla - başkalarını eleştiriyor olabiliriz. Ama gerçekte, kimse kimsenin iç dünyasına hükmedemez. Bir kişinin yaşadığı duygulara, düşüncelere, acılara dışarıdan bakarak kolayca hüküm verebiliriz. Ancak, biz de aynı şeyleri yaşayana kadar bu yargının ne kadar yanıltıcı olduğunu anlamayız. İnsanlar, dışarıdan bakıldığında kusursuz görünebilir, ama kim bilir belki de içinde fırtınalar kopuyordur. Ben de zamanında, tıpkı başkalarını yargıladığım gibi, kendimi de bir zamanla...
 Ah, sevgili dostlar, oturun şöyle bir kahve alın, çünkü konumuz hayli derin ama bir o kadar eğlenceli! Arkanızdan en ağır lafları edenlerin, en çok iyilik ettikleriniz olması ne acayip bir ironi, değil mi? Hani siz onlara iyilik yaparken bir yandan da “Bu bana dua eder artık!” diye düşünüyorsunuz ya, oysa o sırada sizin hayat hikayenizi açık artırmaya çıkarmış olabilirler. "Kim daha çok dedikodu yapacak, birinciye sürpriz ödül!" Sen Sırlarımı Sakla, Ben Dedikodunu Yaparım! İnsanlık olarak herhalde şu şekilde çalışıyoruz: Siz sırlarınızı altın kutulara koyup en güvendiğiniz arkadaşınıza veriyorsunuz. Ama o ne yapıyor? O kutuyu alıyor, çarşıya çıkarıyor, "Vallahi satmıyorum, ama gösteriyorum!" diyor. Eh, halkın ilgisi büyük. Mesela siz ona bir yanlışınızı ya da bir ufak sırrınızı veriyorsunuz. O ne yapıyor? İlk buluştuğu kişiye, "Aman aman, kim bilir neler yapıyor da bize sadece bu kısmını anlatıyor!" diye yayıyor. Bir de açık yakalama avcıları var. Bu tip ...
 Bak, kimseye derdini anlatma! Niye mi? Çünkü ilk fırsatta, sana “Ben demiştim” diyerek zaten moralini bozacaklar. Hatta  bir de en derin yaranı aç, gör bak ne oluyor… İlk yardım beklerken, “Aa bu yara çok derinmiş, sen niye böyle yaptın?” diye yorum yaparlar. Resmen kendi yarana merhem bulacağın yerde, ekstra stres sahibi olursun! Şimdi şunu da unutma: İnsanların mutluluğu paylaşma kapasitesi sınırlıdır. “Çok mutluyum” de bakalım, yüzlerinde beliren hafif kıskanç gülümsemeyi görmen saniyeler alır. Mutsuzluğunu anlatsan, “E ama biz de şunu yaşadık, seninki ne ki?” derler. E bir rahat verin ya! Şikayet etmek? Aman ha! “Şikayetçiyim” dediğin anda, bir bakmışsın herkes seni dinlemek yerine sana akıl vermeye başlamış. “Sen öyle yapacağına böyle yapsaydın” diye bir nasihat furyası başlar ki, en son “Tamam ya, benim derdim bile benden sıkıldı” dersin. En iyisi mi, derdini yastığa anlat, mutluluğunu aynaya gülerek paylaş. Hayatta başkalarına fazla malzeme verme. Çünkü insanlar malzem...
 Geçenlerde internette gezinirken önüme bir video düştü, "Her hak helal edilmez" diyordu. O kadar kısa, o kadar net bir cümleydi ki, bir anda durup düşünmeye başladım. Gerçekten de ne kadar anlamlı bir söz. Çünkü hayatımız boyunca hep şu öğretilerle büyütüldük: “Affetmek büyüklüktür, kin tutmak insana zarar verir, helal et ki Allah'da sana her zaman yardım etsin.” Bunlar elbette doğru ve güzel değerler. Ama insanın yüreğinde derin izler bırakan o kırgınlıklar ne olacak? Bazı insanlar vardır, arkalarında enkaz bırakır. Sözleriyle, davranışlarıyla ya da bizzat varlıklarıyla incitir, kırar, dökerler. Hatta öyle zamanlar olur ki, o kırgınlıklar yüzünden uykularımız kaçar, içimize bir yangın düşer. Ama onlar hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam eder. Ve gün gelir, bir gün bir yerlerde karşılaşırsınız, pişmanlık duyar gibi görünürler, belki de gerçekten pişman olurlar. Ellerini uzatıp “Hakkını helal et” derler. Biz ne yaparız o zaman? Çoğunlukla affederiz. Çünkü vicdanımız...
 Hayatta her yükselişi hayra, her düşüşü de şerre yormamak gerek. Çünkü bazen görünürdeki kayıplar, aslında çok daha büyük kazanımların habercisidir. Bir şey olur, seviniriz; başka bir şey olmaz, üzülürüz. Ama o sevinç ya da üzüntünün ardında saklı olan asıl anlamı hemen fark edemeyiz. Belki de bize düşen, olanın da olmayanın da bir nedeni olduğunu bilerek sabretmek. Çünkü her şeyin bir vakti var. Bugün "Neden olmadı?" diye hayıflandığımız bir şey, yarın için bambaşka bir kapıyı aralayabilir. Ya da çok sevindiğimiz bir durum, ileride bizi başka zorluklarla yüzleştirebilir. Hayatın güzelliği biraz da bu belirsizlikte gizli aslında. Her anın, her olayın kendine has bir dengesi var. Biz bunu hemen anlamayabiliriz, ama zaman geçtikçe her şey yerine oturur. Bu yüzden, olanı da olmayanı da kabul etmek ve her ikisinde de bir hikmet olduğunu bilmek bizi daha huzurlu yapar. Çünkü bazen en büyük mutluluklar, "Neden böyle oldu?" dediğimiz anların ardında saklıdır.
 Benim evimde, sonrasına saklanmış, misafiri bekleyen, bir köşede özenle duran özel bir eşya bulamazsınız. Her şey günlük hayatımın bir parçası, her şey benimle yaşıyor. Çünkü düşünüyorum da, bir eşyanın bizden uzun yaşayacağı zaten kesin. Öyleyse, neden onları hayatımızın arka planına saklayalım ki? Ne zaman dolapta saklanmış bir tabak, vitrinde bekleyen bir bardak görsem, hep aynı şeyi düşünürüm: Bu kadar güzel bir şeyi neden kendimiz için değil de başkası için saklıyoruz? Sanki kendi hayatımız, o eşyaları kullanmaya yetmeyecek kadar sıradanmış gibi... Halbuki en güzel şeyleri, önce kendimize armağan etmeliyiz. Çünkü yaşam, beklemek için değil, anı yaşamak için var. Hepimize öğretilmiş bazı alışkanlıklar var. Misafir için ayrılan yemek takımları, sadece özel günlerde kullanılan örtüler… Ama neden sıradan bir günü özel bir güne çevirmeyelim ki? Neden sabah kahvemizi, o çok sevdiğimiz porselen fincandan içmeyelim? Ya da sıradan bir akşam yemeğinde, en şık tabaklarımızı sofraya çıka...
 Bugün kimseyle görüşmek istemiyorum. Gerçekten, telefon çalmasın, kapı zili duyulmasın, mümkünse gökyüzünde uçan kuşlar bile beni es geçsin. Öyle bir gün yani... Kendime tahammülüm yok, başkasını ne yapayım? Hatta bugün aynaya bile bakarken zorlanıyorum. “Sen de bir sus artık” der gibi bir bakış atıyorum kendime. Şimdi, böyle günlerde biri gelir ya, “Ama niye böyle hissediyorsun?” diye sorar. Allah aşkına, bilsem niye böyle hissediyorum, bir şey yaparım! Bugün beynim bile bana trip atıyor, her şey karışık, karmakarışık. Birisi gelse “Nasılsın?” dese, “Pas” deyip geçeceğim. O derece bir enerji eksikliği. En komiği ne biliyor musun? Böyle günlerde bir de en alakasız kişiler mesaj atar: “Ne zamandır görüşemedik, bir kahve içelim.” Yok artık! Bugün kahve içmeye kalksam, kahve benden önce fincana küser. O kadar tatsızım. Böyle anlarda en güzel şey, bir battaniyeye sarılıp kendimi Netflix’in insafına bırakmak oluyor. Ama o da riskli, çünkü bazen dizilerde bile fazla dram var, insana ağı...
 Atların doğasında, sınırlarını zorlamak gibi bir özellik var. Yorulduklarını fark etmiyorlar, durmaları gerektiğini bile anlamadan koşmaya devam ediyorlar. Bu durum bazen trajik bir sonla, yani hayatlarının tükenmesiyle sonuçlanabiliyor. İşte bu bilgi, bana bizim fedakârlık yaparken kendi sınırlarımızı nasıl göz ardı ettiğimizi hatırlattı. Özellikle sorumluluk bilinci yüksekse, çevresindekilere destek olmayı görev edindiysek  bu eğilim çok daha belirgin. Bazen kendimizi başkalarının ihtiyaçlarına o kadar adıyoruz ki, durup kendi durumumuzu sorgulamayı unutuyoruz. “Biraz durmalı mıyım? Benim de dinlenmeye, yenilenmeye ihtiyacım var mı?” gibi sorular bir türlü aklımıza gelmiyor. Çünkü bir noktada, “Devam etmek zorundayım” düşüncesi içselleşiyor. Ancak bu düşünce, tıpkı o atların yorulmayı hissetmemesi gibi, bizi de sınırlarımızın ötesine taşımaya başlıyor. Ve bu sınırlar aşıldığında, ne yazık ki telafisi zor sonuçlarla karşılaşabiliyoruz: Fiziksel yorgunluk, tükenmişlik sendrom...
 Bugün bir klasik müzik konserine gittim. Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim, daha konser başlamadan ortamın havası değişmişti zaten. İnsanlar sanki hepimiz için dünyanın tüm sorunlarını çözmeye gelmiş gibi bir ciddiyet, bir önem… Ama bak, bunu kötü anlamda demiyorum. Hoşuma gitmedi desem yalan olur, insan bir anda kendini önemli hissetmeye başlıyor o ambiyansta. Konserden sonra ise işler iyice ilginçleşti. Çıkışta herkes başını bir karış havaya kaldırmış, adeta “Evet, az önce Bach’ın bir eserini dinledik. Siz de denemelisiniz.” der gibi bakıyordu. Bir an durup düşündüm, ne yaptık biz içeride? Dünyayı mı kurtardık yoksa Mozart’ın müziğiyle ruhumuzu mu dinlendirdik? Açıkçası, ikinci seçenek bana daha yakın geldi ama ortamdaki enerjiden anladığım, birinci seçenek daha popülerdi. Yürüyüşler bile değişmişti, inanabiliyor musun? O ciddi yüz ifadeleri, “Ben farklıyım” bakışları… Ben mi abartıyorum yoksa bu işte biraz “Bakın, biz klasik müzik dinliyoruz, biz çok özeliz” mesajı mı var? Hani he...
 Değerli arkadaşlar günümüzde küfür hayatımızın vazgeçilmezi oldu. Bazı insanlara  söylenecek güzel söz biter ve  küfür sanki bir hak teslimi gibi gelir. Yani öyle şeyler yaparlar ki, nezaketle açıklanacak bir tarafı kalmaz. Adeta bir davetiye gibi, “Haydi, küfürle taçlandır beni” diye bağırır dururlar. İnsan kendini tutmaya çalışır, bir-iki derin nefes alır ama o hareketleriyle, o tavırlarıyla son noktayı koyar. Ve işte o an anlarsın: Bazı insanlar, küfürsüz yarım kalır. Sanki bu kişiler, hayatın içindeki o sessiz limit testleridir. Görgü, sabır, empati... Hepsini zorlarlar. Ama sen ne kadar kendini sakinleştirmeye çalışsan da, sonunda ağzından dökülen bir cümleyle “Tam yerindeydi, bu kelime tam da onun hakkıydı” dersin. Belki de bu yüzden bazen küfür, adaletsizliğe karşı direncin en saf hali gibi gelir.
Sevgili dostlar, enayilikle iyilik arasındaki farkı anlamak, bana bir bardak çay içer gibi kolay gelsin isterdim ama gelmedi. Öyle bir mesele ki bu, çözmek yaklaşık yarım asır aldı. Evet, tam 50 yıl! Düşünebiliyor musunuz, neredeyse insan ömrünün yarısı. İnsan, bu farkı öğrenmeden mezara gitmesin diye uğraşıyor resmen. Baştan alayım: Her "iyi niyet" sandığınız şey, aslında kendinizden bir parça daha hediye etmekmiş meğerse. Ve bu hediyenin karşı taraf tarafından kıymeti bilinmezse, bingo! Enayi damgasını alıyorsunuz. Tabii bunu fark etmek öyle bir gecede olmuyor. Benim gibi düşe kalka, sürüne sürüne öğreniyorsunuz. Bir süre sonra fark ediyorsunuz ki mesele "iyi olmak" değilmiş; mesele, "ne zaman ve kime iyi olmak gerektiğini bilmek"miş. İşte bu ayrımı yapana kadar o kadar çok 'tecrübe' yaşadım ki, kendime bir madalya takmam an meselesi! Bakın, demem o ki, iyilik yapın tabii, ama önce bir durup düşünün: "Bu yaptığım iyilik mi, yoksa kendimi kap...
Biliyor musun, günümüzün en büyük süper gücü uçmak falan değil, tamamen gizlilik! Ciddiyim, artık X-ray gözlere ya da uçan arabalara ihtiyacımız yok. İnsan, sırlarını saklayabiliyorsa zaten yenilmez bir kahraman sayılır. Yani öyle bir çağdayız ki mutluluklarını ya da başarılarını paylaştığın anda direkt hedef tahtasına dönüşüyorsun. İnsanlar adeta "Aha, bu mutlu olmuş, hemen üzerine çullanmalıyız!" diye bir refleks geliştirmiş. Düşünsene, Instagram’a mutlu bir fotoğraf koyuyorsun, altında 50 yorum: “Ne kadar güzelsin, ne kadar başarılısın.” Ama emin ol, o yorumları yazanların yarısı içinden “Ah keşke şu an düşse de keyfim yerine gelse,” diye geçiriyor. Paylaştığın her şey sanki bir açık davet gibi: “Hadi gelin, kıskanın, eleştirin, hatta biraz da arkamdan konuşun!” O yüzden diyorum ki, mutluluğun formülü: Sessizlik. Sessiz sakin yaşa, başarılarınla övünmek yerine onları bir sır gibi sakla. Öyle bir gizem yarat ki insanlar senin mutlu olup olmadığını bile anlamasın. Bir gün bi...
Hayat mottom her zaman şu oldu: Birinin ışığını söndürmekle kendi ışığın daha parlak görünmez. Rekabet, kıskançlık ve saldırganlık gibi duygular bana hep gereksiz ve yorucu geldi. Bunlar, insanı geliştirmek yerine yerinde saydıran, hatta geri çeken duygular. Hayatta, başkalarının başarısını tehdit olarak görmek yerine, o başarıya katkıda bulunmayı seçtim. Çünkü ben inanıyorum ki, birinin tacını taşımak ya da o tacı yerine oturtmak, gerçek dostluğun ve insanlığın en güzel göstergesi. Etrafımda başarılı birini gördüğümde içimde asla kıskançlık hissetmem. Aksine, bu bana bir gurur kaynağı gibi gelir. Çünkü gerçekten olgun bir insan, başka birinin mutluluğunda, başarısında kendine de yer bulabilir. Bir arkadaşım yükseldiğinde, bu beni küçültmez. O zirveye çıktığında ben aşağıda kalmam. Aksine, onunla birlikte yükselmenin, onun yanında olmanın keyfi bambaşkadır. Bir keresinde çok sevdiğim bir arkadaşım siyasette farklı bir yere gelmek için adım attı ve çok çalıştı . Çevresindeki birçok kişi...
 İlk psikiyatri randevum için gerçekten sabırsızlanıyorum. Çünkü o gün, bir nevi hayatımın günah galerisi açılıyor! Karşımdaki psikiyatr, muhtemelen koca bir dosya dolusu not tutacak ve bu notların başlığı da şöyle olacak: “Kendine mi, yoksa çevresine mi daha zararlı olduğunu anlamaya çalıştığımız şahıs.” Planım basit: Oturacağım o deri koltuğa, derin bir nefes alacağım ve baştan başlayacağım. “Doktor bey/hanım,” diyeceğim, “Hayatıma hoş geldiniz. Bugün size tüm karanlık sırlarımı anlatmaya geldim.” Bu girişin ardından onların gözünde hafif bir heyecan göreceğim. Çünkü eminim ki, böylesi bir vaka onlar için bir ödül niteliğinde. Hocam, her yaptığım kötülüğün arkasında bir mantık aramayın. Çünkü bazen yaptıklarımın kendimce hiç mantığı yoktu, sadece yapmış bulundum. Mesela, çocukken komşunun bahçesindeki çiçekleri topladım. Sebebi mi? Anneme hediye etmek istemiştim. Tamam, belki komşunun beni bahçe katili ilan etmesi hoş olmadı, ama niyetim tamamen iyiydi. Bu kötülük mü sayılır gerç...
 Galiba benim imtihanım özlemek... Bir sesi, bir nefesi, bir kokuyu. Öyle bir özlem ki anlatması da taşıması da zor. Gözlerim her kapandığında, o sesi duyar gibi oluyorum. O tanıdık tını, o içimi ısıtan kelimeler... Ama sonra fark ediyorum, hepsi yalnızca zihnimde yankılanıyor. O ses gerçek değil, sadece hasretimin bana oynadığı bir oyun. Bir nefesi özlüyorum. Yanımda olduğunda hissettiğim o sıcaklığı, sessizliğin içindeki o varlığı… Yan yana otururken, nefes alış verişinin ritmini duyabildiğim o anları özlüyorum. Şimdi o nefes yok. Hava aynı hava, ama ben sanki soluk alamıyorum. Ve bir koku... İnsan kokularla yaşar mı? Yaşar. Bir kokunun peşine düşer bazen insan. Bir anıyı saklar gibi bir koku saklanır zihninizin derinliklerine. Bazen bir rüzgâr eser, o tanıdık kokuyu getirecekmiş gibi. Ama gelmez. Gelmez ve siz o kokunun eksikliğiyle bir kez daha baş başa kalırsınız. Özlemek ağır bir imtihanmış. Özlemek, insanın içindeki boşluğu büyüten ama aynı zamanda o boşluğa anlam katan bir ...
 Günümüz dünyası, ironilerle örülmüş bir sahne gibi. Herkesin sevgiden bahsettiği, ama kimsenin birbirine gerçekten güvenmediği bir çağdayız. Sevgi sözcükleri dillerden düşmüyor, ama bu kelimeler çoğu zaman samimiyetten uzak, yüzeysel bir yankıdan ibaret. Her şeyin para olmadığı söylense de, parası olmayanların göz ardı edildiği bir düzende yaşıyoruz. Değerler, insanın kim olduğu değil, neye sahip olduğu üzerinden ölçülüyor. Ve bu düzende, insanlar bir zamanlar sahip oldukları bütünlüğü kaybetmiş, parçalanmış birer puzzlea dönüşmüş durumda. Ruhların karanlık köşelerinde yankılanan boşluklar, artık birçoğumuzun kimliğini şekillendiriyor. Kimisi ruhunu kaybetmiş; hayata karşı tutkuları, heyecanları tükenmiş. Kimisi beynini, yani düşünebilme, sorgulayabilme yetisini yitirmiş; toplumun dayattığı kalıplara boyun eğmiş. En acısı da kalbini kaybedenler... Merhameti, şefkati, sevgiyi içinde taşıyamayan, sadece kendi çıkarları için yaşayan insanlar. Kalpsiz bir insan, yalnızca başkalarına d...
İnsan, kendini gerçekten anlayan birinin yanında tüm duvarlarını kaldırır, ruhunu olduğu gibi sergiler. Böyle bir anlayış, bir kelimeden, bir bakıştan, hatta bir sessizlikten doğar. Sevgi, iki kalbin birbirini bu şekilde hissetmesiyle anlam kazanır. Kelimelere ihtiyaç duymadan, yalnızca varlığın yeterli olduğu bir bağdır bu. Bazen uzun uzun konuşmaya gerek kalmaz. Yanında olduğunuz kişi, sizi bir cümleyle değil, sessizliğinizle dahi anlar. Öyle bir an gelir ki, sadece onun göğsüne yaslanıp tüm dünyanın ağırlığını unutmak istersiniz. Onun varlığı, fırtınaların dindiği bir liman gibi huzur verir. Kalbinizde taşıdığınız her duyguyu, her yarayı onun sessiz şefkatine bırakırsınız. Çünkü bilirsiniz, ne söyleseniz de ne sussanız da o zaten her şeyin farkındadır. Sevgi, belki de tam da buradan doğar: Birbirini anlamanın verdiği huzurdan. Onun yanındayken zaman durur, hayatın tüm karmaşası geride kalır. O anlarda, dünyada yalnızca ikiniz varmış gibi hissedersiniz. Gözlerinizi kapatıp onun nefes...
 Kadın dediğin, ruhunda bir çocuğun masumiyetini, aklında ise bir bilgenin olgunluğunu taşır. Hayata baktığında, o masum çocuk gibi hayaller kurar; her şeye merakla yaklaşır, içten güler, insanın içine umut doldurur. Ama gerektiğinde, aklının rehberliğinde durup düşünür, karar verir, yol gösterir. O, bu dengeyi sağladığında hayatın gerçek anlamını yakalar. Biraz deli olmalı kadın; sıradanlığı yıkacak cesareti, hayatı renklendirecek enerjiyi içinde taşımalı. Ama bu delilik, düşüncesizce değil, tam tersine, ruhunun özgürlüğünden gelen bir cesaret olmalı. Çılgınlıklarıyla hem kendini hem çevresindekileri şaşırtmalı; monotonluğu dans ettiren bir müzik gibi dağıtmalı. İçindeki bu kıpırtı, hayata tutkuyla bağlı olduğunun bir göstergesidir aslında. Ve yeri geldi mi, hanım ağa gibi dimdik durmayı da bilmeli kadın. Hayatın getirdiği zorluklara meydan okumalı; kararlarıyla, duruşuyla çevresine güç vermeli. Ama bu güç gösterisi, sertlikle değil, ruhundaki bilgelik ve şefkatle harmanlanmalı. İ...
 Kendi aklının fesatlığını karşılaştığın her insanda aramaman gerektiğini anlatmak o kadar basit ki, ama aynı zamanda o kadar derin bir mesele. Çünkü insan, kendi içinde ne taşıyorsa onu görür. Kalbin güzelse, başkalarının güzel yönlerini fark edersin. Ama içinde karmaşalar varsa, dışarıda da sadece karmaşa ararsın. Düşünsene, birileri seni gülümseyerek selamlıyor. “Acaba benden bir şey mi isteyecek?” diye düşünüyorsun. Ya da biri güzel bir söz söylüyor, hemen “Bu işin altında ne var?” diye sorguluyorsun. Aslında belki de hiçbir şey yok. Belki de sadece o anın samimiyetini yaşamana izin veriyor hayat. Ama sen, geçmişteki olumsuz tecrübelerini bugünün masasına taşıyarak kendini hem yargıç hem de kurban yapıyorsun. Burada durup sormak gerekiyor: Karşımdakine mi güvenmiyorum, yoksa kendime mi? Çünkü insanın kendi zaaflarını bilmesi, başkalarını anlamasında anahtar bir rol oynar. Eğer sürekli şüphe içindeysen, belki de bu senin kendi hatalarının yankısıdır. Bak, hayat zaten zor. İnsanl...
 BU YAZI, KİMSEYİ SUÇLAMAK YA DA HEDEF GÖSTERMEK İÇİN DEĞİL, TOPLUMUMUZUN DERİNLERDE GİZLENMİŞ AMA HEPİMİZİ ETKİLEYEN BİR YARASINA AYNA TUTMAK İÇİN YAZILMIŞTIR. Bazı akrabalar vardır ki, adeta bir Hollywood senaryosu gibidirler: olaylar, çıkarlar ve beklenmedik entrikalarla dolu. Bu insanlar genellikle hayatınıza sürpriz bir ziyaretle dahil olur, ancak dikkat edin, bu ziyaretin bir sebebi vardır. "Akraba" kelimesinin kök anlamını kan bağına bağlayarak sizinle olan ilişkilerini meşrulaştırırlar, ama gerçekte bu ilişki, çıkar odaklı bir ortaklıktan ibarettir. İşte bu akrabalar, sizin iyi niyetinizi ve yumuşak kalbinizi bir tür "kariyer planlama aracı" olarak görürler. Öyle bir denklem düşünün ki, onların size olan yakınlığı ile işlerinin aciliyeti doğru orantılıdır. Örneğin, ev taşıma zamanı geldiğinde, bir sağlık raporu gerekiyorsa veya bir memurun kapısı çalınacaksa... Aniden sizinle bir bağ hissederler! Aramalar başlar, "Ah canım nasılsın, çok özledim!" c...
 Hayatta insan ilişkileri, çoğu zaman karmaşık ve yorucudur. Bazen birine kırıldığınızda, onun neyi yanlış yaptığını fark etmesini ve davranışlarını düzeltmesini beklersiniz. Fakat zamanla şu gerçek yüzünüze çarpar: İnsanlar, düşündüğünüz kadar hızlı değişmez. Hatta bazıları hiç değişmez. Beklentileriniz ne kadar haklı olursa olsun, karşı tarafın sizinle aynı frekansta olmasını beklemek yalnızca hayal kırıklığına yol açar. Bu farkındalık, olgunlaşmanın en zorlayıcı aşamalarından biridir. İlk başta, çevrenizdeki herkesin sizin kadar bilinçli, dikkatli veya empatik olmasını beklersiniz. Yanlış bir davranış gördüğünüzde bunun yalnızca bir "hata" olduğunu, karşı tarafın bunu fark edip düzeltebileceğini umut edersiniz. Ancak zaman geçtikçe, insanların sadece kendi hızlarında ve kendi istedikleri zaman değiştiğini anlamaya başlarsınız. Bu, bazen acı verici bir uyanıştır. Çünkü fark edersiniz ki ne kadar çabalarsanız çabalayın, bir başkasını değiştirme gücünüz yoktur. Değişim, içsel...
Sabır Taşı Çatlamadan Önce Hayat dediğin şey, başlı başına bir sabır maratonu. Ama benim durumum biraz farklı; ben bu yarışa sabır taşı olarak başlamışım. Sorun şu ki, bu taş artık çatlamaya hazır ve etrafa saçılacak parçaların uyarısını yapıyorum!Sabır modern hayatın en vüyük tiyatro oyunu Geçen gün şık bir restoranda oturuyorum. Garson menüyü getiriyor, tam sipariş vereceğim, yan masadan biri elini kaldırıp garsona "Bakar mısınız?" diyor. Normalde ne yaparsın? Rahatça beklemeye devam edersin, değil mi? Ama hayır, o an içimden bir opera sahnesi başlıyor. Kalkıp, "Kardeşim, sen sırasını bekleyen insanlığın saygısını hiçe mi sayıyorsun?" diye bağırmak istiyorum. Fakat ne yapıyorum? Şövalye gibi gülümsüyorum: "Buyurun, önce siz..." Ve sonra sipariş veriyorum. Ancak yemeğim geldiğinde, masaya konan şey asla istediğim yemek değil. İşte tam o an sabır taşımın ufak bir kırık verdiğini hissediyorum. Çünkü tabak yanlış, fiyat astronomik, ve garsondan gelen “Afiyet...
 Beraber Olduğumuzda Yenilmeziz: Hepimizin Hayatındaki Süper Güç Arkadaş Her birimizin hayatında, "Biz bir araya gelirsek dünyayı bile fethederiz!" dediğimiz bir arkadaş mutlaka vardır. Hani şu, yanında kendini demir insan gibi hissettiğin, "Kim tutar bizi!" dediğin kişi. Peki, bu arkadaşlarla olan bağımızın gücü nereden geliyor? Gelin, bu konuya hem eğlenceli hem de derin bir göz atalım. Arkadaşlık seviyeniz o kadar ilerlemiştir ki kelimelere gerek kalmaz. Bakışlarınızla anlaşırsınız. Mesela bir ortamda "Şu an ikimiz de burada olmak istemiyoruz" mesajını sadece bir kaş hareketiyle iletebilirsiniz. Birlikte olduğunuzda en çılgın planları yapmaya cesaret edersiniz. İsterse dünyanın en yüksek dağını tırmanma kararı olsun, isterseniz de karaoke barda şarkı söyleme cesareti. Bu kişi, sizin içinizden çıkan "olmazsa olmaz" motivasyon kaynağıdır. Beraber olduğunuzda işler her zaman planlandığı gibi gitmez ama bu hiç sorun olmaz. Mesela, doğada yürüyüş y...
Sabah Mahmuru Günlerim En çok ne zaman kendimi beğeniyorum biliyor musunuz? Sabahları uyandığımda! Evet evet, yanlış duymadınız. O saçlar darmadağınık, sanki gece boyunca rüzgârda savrulmuş gibi. Yüzüm desen, ya uykusuzluktan göz kapaklarım şişmiş ya da fazla uyuduysam yanaklarım hafif kabarık. Ama işte, en doğalı da bu değil mi? Kendimizi böyleyken sevmeyeceksek ne zaman seveceğiz? Bir hafta boyunca sabahları bu halimi inceledim. Şimdi size, bir sabah mahmuru olarak geçirdiğim komik deneyimlerden bahsedeceğim. Pazartesi: Uyanışın Şoku Alarm çalar, ben hâlâ rüyamdayım. Parmağımı güç bela kaldırıp kapatıyorum ama o da ne? Telefon elimden düşüyor ve yüzüme çarpıyor. Günün ilk darbesini almışım. Aynada kendime bakıyorum: Saçlar bir tarafa yatmış, gözler yarı açık. Şu halime bakıp gülümsüyorum. "Evet," diyorum, "şaheser gibiyim!" Salı: Şiş Yüz Çilesi Bir önceki gün biraz fazla uyumuşum galiba. Göz kapaklarım öyle bir şişmiş ki, sanki içimde minik bir hamster saklıyorum....
 Artık kimseye laf yetiştirmiyorum. Kime, neye, neden yetiştiriyorum ki? Laf dediğin maraton koşusu mu? Bir de yetiştirince ne oluyor? Karşımdaki zaten anlamayacak, ben de içimden “Ne anlattım ki ben şimdi?” diye sorgulayacağım. Dedim ki kendime: "Dur Aysun, sakin ol. Boşuna nefesini tüketiyorsun. Zaten vücut dilin var, mimiklerin var. Konuşarak ekstra enerji harcamaya ne gerek?" Vücut dilim öyle bir şey ki, kendi başına bağımsız bir karakter. Göz devirmelerim, kaş kalkışlarım ve o hafif baş eğişlerimle adeta bir orkestra yönetiyorum. Mesela biri çok gereksiz bir laf mı etti? Gözlerim hafif kısılır, başımı biraz yana eğerim. Bu ifade, "Bunu gerçekten ciddi mi söyledin?" anlamına gelir. Eğer o kişi hâlâ anlamazsa, bakışımı bir tık daha sertleştiririm. İşte o zaman mesajım, Wi-Fi bağlantısı gibi herkesin beynine ulaşır. Eskiden “Ama öyle değil, bak şimdi anlatayım…” diye başlayan uzun açıklamalar yapardım. Şimdi ise susuyorum. Zaten bu sessizlik, karşımda konuşanı dah...
 Kanser tedavisi görüp, üzerine psikiyatriden yardım almak mı? Eh, hayat bazen size öyle bir tokat atıyor ki, dönüp "Tamam, hayatım, sen kazandın. Ben artık gevşiyorum," diyorsunuz. Tedavi sürecim bittiğinde, kendimi bir tür final boss'u yenmiş gibi hissettim. Ama işte o an, hayatın "Dur bakalım, bu daha fragman!" dediğini fark ettim. Hadi gelin, size bu süreçten bahsedeyim. Psikiyatr koltuğu… O koltuğa oturduğum an, kafamdaki sesler bir anda toplandı. "Sakın her şeyi anlatma, rezil olursun!" diyen iç sesimle, "Her şeyi dök, belki sana kahve ısmarlar," diyen diğer ses arasında sıkışıp kaldım. Doktor gülümseyerek sordu: "Peki, nasılsınız?" Bu basit soru beni o kadar afallattı ki cevap verirken ‘tedavi gören kimdi, doktor kimdi’ karıştı. "Ben iyiyim, ama ruhum biraz şüpheleniyor," dedim. Doktorun tavrı o kadar rahattı ki, benim gibi "Her şeyi ciddiye al" modunda yaşayan birine tokat gibi geldi. "Bak," ded...
 Hayat, uçsuz bucaksız bir yolculuk. Gelişimizin bir başlangıcı olduğu gibi, ayrılışımız da kesin ve değişmez bir son. Bu süre zarfında, burada ne kadar kalacağımız ya da hangi yollardan geçeceğimiz, çoğu zaman bizim elimizde değil. Ancak bu yolculuğu nasıl yaşayacağımız, tamamen bizim seçimlerimizle şekilleniyor. Bu dünyada misafiriz; ev sahibi değiliz. Ev sahipliğine dair yanılsamamız, geçiciliğimizi unutup kök salmaya çalışmamızdan kaynaklanıyor. Ama gerçek şu ki, bu hayattan yalnızca geçiyoruz. Ve geçerken, gördüğümüz her şey bize birer ders, her karşılaştığımız insan bir öğretmen, yaşadığımız her olay bir fırsat sunuyor. Gözlemlemek, anlamanın ilk adımıdır. Çevremizdeki doğayı, insanları, acıları ve sevinçleri izlediğimizde, hayatın bize fısıldadığı derin gerçekleri fark ederiz. Her mevsim bize zamanın döngüsünü öğretir. Ağaçlar yapraklarını döker, sonra yeniden filizlenir. İnsanlar gelir, gider ve anılar bırakır. Hayat, bize sürekli olarak şunu hatırlatır: "Her şey bir değiş...
Zaman, hayatımızdaki her şeyi dönüştürür; insanlar, duygular ve ilişkiler bu değişimden kaçamaz. Geçtiğimiz günlerde bir gerçeği fark ettim: Sevgililik, tıpkı bizler gibi yaş alıyor. İlk başlardaki o coşku ve heyecan, zamanla yerini daha sakin bir sevgiye, daha derin bir paylaşıma bırakıyor. Artık eskisi gibi koşup gülmüyorsunuz, birbirinizi gıdıklayıp kahkahalar atmıyorsunuz. Hatta birlikte ip atlamak ya da saçma bir şeye gülerken gözlerinizden yaş gelene kadar eğlenmek, o ilk zamanlarda olduğu gibi doğal bir şekilde akıp gitmiyor. Ve o gençlik aşkına özgü heyecanları özlediğinizi fark ediyorsunuz.Ancak burada sorulması gereken asıl soru şu: Bu bir kayıp mı, yoksa aşkın olgunlaşması mı? Evet, başlangıçtaki o kıpırtılar belki artık yok. Ama şimdi, yerini başka bir şeye bıraktığını görebiliyorsunuz. Daha az gösterişli ama çok daha güçlü bir bağ, daha fazla anlayış ve daha fazla sessizlik içinde paylaşılan huzur. Sevgililik, artık kahkahalar yerine derin sohbetlerde; hızlı koşmak yerine ...
 Hayatta hepimiz zaman zaman bir yerlere yetişmeye çalışırız. Kimi zaman bir toplantıya, kimi zaman bir buluşmaya, kimi zaman da hayalini kurduğumuz bir hedefe doğru koşarız. Ancak bu çabanın içinde fark etmediğimiz bir gerçek vardır: Koştuğumuz yer her zaman bizi bekleyen bir yer olmayabilir. Bir yere yetişmeye çalışmak, çoğu zaman kendi içsel acelemizin ve beklentilerimizin bir sonucudur. Ancak varmak istediğimiz yerde gerçekten bir karşılık bulamayabiliriz. Belki de o hedef, bizim için düşündüğümüz kadar anlamlı ya da gerekli değildir. Ya da belki o yolculuk, sadece durmamız ve nefes almamız gereken bir süreçtir. Bu durum, hayatın karmaşıklığını ve beklenmedik doğasını bir kez daha hatırlatır. Herkesin bir planı, bir hedefi olabilir; ama hayatın akışı bizim planlarımızı her zaman desteklemez. Bazen tüm enerjimizi, zamanımızı ve umudumuzu bir yere yetişmek için harcarız, ancak oraya vardığımızda beklediğimiz karşılamayı bulamayız. Bu noktada, önemli olan varış noktası değil, yolc...
 Geçen gün bir arkadaşımla kalabalık bir kafede buluştuk. Yoğun bir spor antremanın ardından kahve eşliğinde sohbet etmek, bir nebze olsun rahatlamak istiyordum. Sohbet ilerledikçe, arkadaşım çantasından bir şey çıkardı ve bana dönerek, "Rahatsız olur musun?" diye sordu. Merakla bakarken, eline bir örgü aldı. Kafede oturmuş, herkesin bakışlarını üzerinde toplarken örgü örmeye başlaması beni şaşırttı ama bir yandan da hayranlıkla izledim. "Tabii ki rahatsız olmam," dedim, "Hatta akşamları vakit buldukça ben de örüyorum. Ama hiçbir zaman senin gibi bir kafede, üstelik gençlerin bulunduğu böyle bir ortamda bunu yapmaya cesaret edemedim." Arkadaşım gülümsedi, örgüsünü örmeye devam etti ve o an fark ettim ki, aslında hepimizin ihtiyacı olan biraz daha özgüven. Öyle bir özgüven ki, başkalarının ne düşüneceğini umursamadan kendin olmaktan çekinmeyeceksin. Çünkü o gün, onun bu davranışı bana bir şey öğretti: Kendimizi kısıtlayan sadece başkalarının bakışları değil...
Bir düşünsenize... Küçüklüğümde evimiz, aynı bahçe içinde sıralanmış üç evden oluşuyordu: Amcamların evi, babaannemin evi ve bizim evimiz. Birbirine bu kadar yakın olan bu üç ev, adeta bir "Şeytan Üçgeni" gibiydi. Bir bahçe ve her köşeden fırlayan çocuk sesleri... Yaşlarımız birbirine çok yakındı. Kimi 1 yaş büyük, kimi 2 yaş küçük ama hiçbirimiz asla yalnız kalmazdık. Evde o kadar çok çocuk vardı ki, arkadaş bulamamak imkânsızdı. En büyük eğlencemiz saklambaç oynamaktı. Ama öyle sıradan bir saklambaç değil; bizim oyunumuzun sınırları evlerin damlarına kadar uzanırdı! Şimdi düşündükçe tüylerim diken diken oluyor; çünkü amcamların damından bizim dama atlamak, şimdiki aklımla asla yapabileceğim bir şey değil. Çocuğumun böyle bir şey yaptığını görsem yüreğim ağzıma gelir! Ama o zamanlar bizim için bu, hayatın en doğal şeyi gibiydi. Hatta sırf damdan dama atlamakla kalmaz, bizim damdan amcamların damına geçip oradaki merdiveni kullanarak tekrar yere iner, yolumuza devam ederdik. ...
Her zaman bir yolu vardır  Hayatın iniş ve çıkışlarla dolu bir yolculuk olduğunu hepimiz biliriz. Ancak kimi zaman öyle anlar gelir ki, her şeyin kilitlendiğini, tüm kapıların yüzümüze kapandığını hissederiz. İşte tam da bu tür anlarda kendime hep şu sözü hatırlatırım: Her zaman bir yolu vardır. Bu cümle sadece bir teselli değil, aynı zamanda derin bir gerçeğin ifadesidir. Hayat, bazen bizi zorluklarla sınar; önümüze aşılmaz gibi görünen duvarlar diker. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: O duvarların ardında her zaman bir yol saklıdır. Belki şu an için o yolu göremiyor olabilirim, belki önümde sisli bir perde var. Ancak bu, yolun olmadığı anlamına gelmez. Umutsuzluk, insan ruhunu yavaşça tüketen bir zehirdir. Oysa umut, bizi yeniden inşa eden, ayakta tutan ve ilerlemeye sevk eden en güçlü kaynaktır. Bu nedenle umutsuzluğa yer yoktur. Çünkü hayat, daima bir çözüm sunar; yeter ki biz aramaktan vazgeçmeyelim. Bazen çözümler, büyük adımların ardında değil, küçük detaylarda saklıdı...
Umursamadığınız Her Şeyin Galibi Sizsiniz Hayatta galibiyet çoğu zaman mücadeleyle, savaşla ya da büyük çabalarla elde edilir gibi görünür. Ama aslında en büyük zafer, bir şeyi umursamama gücünde saklıdır. İnsan, kendi huzurunu ve mutluluğunu korumak istiyorsa, gereksiz yere zihnini ve kalbini yoran şeyleri bir kenara bırakmayı öğrenmelidir. Umursamamak, bir kayıtsızlık ya da duyarsızlık değildir; aksine, insanın enerjisini ve dikkatini doğru yerlere yönlendirme becerisidir. Çünkü hayat, önümüze sayısız dikkat dağıtıcı ve yıpratıcı olay getirir. Herkesi memnun etmeye çalışmak, her sorunu çözmek ya da her eleştiriye yanıt vermek insanı yorar, hatta yıpratır. İşte tam bu noktada, umursamama sanatı devreye girer. Bir insan, kontrol edemediği olayları, ona zarar veren düşünceleri ya da başkalarının negatif enerjisini umursamamayı öğrendiğinde, bu şeylerin gücü onun üzerinde azalır. Bir eleştiriyi umursamadığınızda, onun size zarar verme etkisi yok olur. Bir problemi sürekli kafanızda döndü...
 Nasılsınız, Sevgili Dostlarım? Nasılsınız sevgili dostlarım? 2025 yılının ilk yazısı bu. Yeni bir yıl, yeni umutlar, yeni başlangıçlar… Ama asıl soru şu: Siz nasılsınız? İçinizde sakladığınız o kocaman yüklerle mi girdiniz bu yıla, yoksa hafiflediniz mi biraz? Hüzünlerinizi, acılarınızı, hayal kırıklıklarınızı bıraktınız mı geride? Ya da hâlâ sustuğunuz kendinize bile söylemekten çekindiğiniz şeyler var mı? 2024’te yaşadığınız, ama bir türlü anlatamadığınız o ağır hisler… Peki, onları geride bırakabildiniz mi? Şimdi oturun ve kendinize dürüstçe sorun: Bu yıl kendim için ne yapacağım? Şerefe derken sadece kendinize mi kadeh kaldıracaksınız, yoksa yine başkalarının mutluluğunu kutlayıp kendi mutluluğunuzu görmezden mi geleceksiniz? Sevgili dostlar, biz kendimizi ne kadar düşünüyoruz? Ağlamamız gereken yerde gülmekten vazgeçmeyi ne zaman öğrendik? Düşünün bir kere; kaç kere kendi mutluluğunuzdan feragât ettiniz sırf başkaları üzülmesin diye? Kaç kere “Ben iyiyim” dediniz, kaç kişi iç...